Ayaklarımızın üzerinde kalabildiğimizde güçlü sayılır mıydık? Tek başımıza ne kadar güçlüysek, ayaklarımızın bizi taşıdığı yere kadar gücümüz de yerinde sayılırdı. Peki, bu durum sadece kendi kendimize ispat ettiğimiz fiziksel bir yetkinlikten mi ibaretti? Hayatın bir yerinde egemen duygularımızı geçerli kılmak, bu duygularımızı başkalarına kabul ettirmek ve onların üzerindeki etkisini görmek güçlü olduğumuz anlamına mı gelirdi? Yoksa güç, her durumda ve her zaman diliminde insan için değişen bir yapıyı mı içinde barındırıyordu?
Güç, bizimle birlikte büyüyen istek ve taleplerimize göre şekil alan, nesnel olgulara, araçlara ve gereçlere verdiğimiz önemin bir yansıması mıydı? Yoksa tam tersi bir süreçle mi karşı karşıyaydık? Güç, egemenliğe açılan bir kapı mıydı? Hayatta kalmamız, bu kapıdan içeriye girmeye mi bağlıydı? Peki ya anlamsızca tehdit savuranlar? Güç kisvesi altında çevresine korku salanlar, kaçınılmaz şekilde kendi varlıklarını da riske atmıyorlar mıydı?
İhanet duygusu... Edilgen insanın damarlarında sinsice dolaşan, gücün peşinden koşan düşkün ruhları ele geçiren, ama henüz uyanmamış bir gölge... Peki, bu sinsi yaratık, ne zaman soğuk yüzünü gösterecekti? Kime daha şirin görünecekti? Yeri geldiğinde hunharca işlenmiş ihanetler, kalabalıklar tarafından kahramanca alkışlanacak mıydı? Kim, kimlere, kimin gözüne yaraşırdı o an geldiğinde?
Suya sabuna dokunmayan insan mı masumdur gözünüzde? Tasına tarağına sahip çıkamayan, neyi nasıl sorgulayacağını bilmeyen, halinden ve vaktinden şikayet etmeyen mi masumdur? Söyleyin, masumlar mı yaraşır size? Ama söz konusu başka bir şeyse... İnsanlıkla, insanlığın geleceğiyle ilgili hayati bir mesele varsa... O zaman nereye kadar göz yumulur? Göz yummak nereye kadar sürdürülebilir? Masumiyet timsali, neyin ne olduğunu bilmeyen çocuklar mı yaraşır size?
İnsan, kendi yazgısının efendisi olmayı ne zaman öğrenecekti? Bu kaçınılmaz soruyu kendine sormak için daha neyi bekliyordu? Bir kurtarıcıyı mı? Bireyin sorunlarını hiçe sayan ama sözde bireyden yola çıkarak toplumsal düzenin sürekliliğini sağlamayı ve günü kurtarmayı amaçlayan bir sistemle mi karşı karşıyaydık? Politikalar, toplumsal çöküşlerin kapısını aralarken, insan kendi yazgısıyla nasıl yüzleşecekti?
İktidarlar, duygularımızı gizlice körükleyerek, kurtarıcı beklentilerini, mitosları, efsaneleri, destanları ve söylenceleri kullanarak toplumsal işleyişin en derin köklerine sessizce sızmayı sürdürüyorlardı. Onlar için önemli olan bizim ne hissettiğimiz değil, hissettiklerimizin nasıl yönlendirileceğiydi. Peki, biz ne zaman kendi hikâyemizin öznesi olacaktık?
Can Ezgin
Telif Hakkı Saklıdır
Yorumlar
Yorum Gönder