Ana içeriğe atla

Kayıtlar

KÖPRÜ ve PARADOKS KURMACASI

Paradoksal Soru: Sokrates bir köprüden geçerken öğrencisi Platon onun yolunu keser. Yoluna devam etmek isteyen Sokrates’e Platon şunu söyler: —“Hocam, ilk söyleyeceğin cümle doğru olursa yoluna devam edebilirsin, ancak cümlen yanlış olursa seni suya atacağım.” Sokrates’in cevabı şu olur: —“Beni suya atacaksın.” Sokrates aslında Platon’un niyetini direk yüzüne söyler. Her hâlükârda Platon Sokrates’i suya atmaya çalışacaktır. Gerçekte Platon’un sorusu bir kurmacadır. Bu soruya verilecek cevap her şekilde Platon tarafından manipüle edilecektir ve Sokrates’in cevabı doğru olsa dahi boşa çıkacaktır. Ve Platon, Sokrates’i suya atacaktır. Sokrates Platona aklından geçen niyetini söyleyince tam tersi bir şey olur. Platon’un niyeti boşa çıkar. Bu soru hâlâ felsefe tarihinde beyin yakıyor. Felsefe laf ebeliği değildir ki. Platon’un karşısındaki öğretmeniydi. Platon'un Sokrates'in bilgeliğini kabullenemeyiş aşikardır. Bilgi ve bilgelik aslında soylu ve itibar sahibi, aynı zamanda güç...
En son yayınlar

TEHESUS, FELSEFE GEMİSİ

İki varlık arasında bir doğuş vardır; özellikle varlıklardan biri somut olmak zorunda değildir. Düşüncenin görünen ve görünmeyen çerçevelerinden ilerleyebiliriz: birinci çerçeve somut, diğeri soyuttur. Peki, soyut bir düşünce nasıl olur da somutlaşır? Ben burada sistemin yön verdiği ilişkiler ağından söz etmiyorum; zorunlu “evet”lerden ya da “hayır”lardan değil, salt düşüncenin alev almasından söz ediyorum. Desenler ve örüntüler bir anda değil, sürecin ilerleyişine ve içkin tutarlılığına bağlı olarak bende şekillenir. Yani, düşüncenin yalnızca kavrayışıyla nasıl ilerlediğimizi sorguluyorum. Ben “aslında varlık oldum, ona karıştım” diyemem. Bu durumda varlığın gerçek hâli bendir diyorum. Ama biz, varlığın “ben” olduğunu bilmiyoruz; onu hâlâ kendi dışımızda niteliyoruz. Felsefe bu yüzden zor ve bu yüzden değerli bir duruşu bize hatırlatıyor. Varlık, sevgi ile o ben ile kendine yaklaşır. Biz, içimizdeki benin —egonun— içinden varlığın doğmasına izin vermedik. Önce dönüş gelir; dönüşüm ...

YERLEŞİK GEZGİN FİLOZOFLAR ve SANAT

Zamanın dalgaları sadece günün 24 saatiyle ve kaybolan 10 günle başlayıp bitmiyor. Bazen zaman, insanın düş evreninde başka bir insani boyut olduğunu gösteriyor. Bu düş evreni ne kadar da yüzeysel gibi görünüyor, değil mi? Gerçeküstü bir yönden bakıyorum. Örneğin Salvador Dali’nin bakış açısının kıyısından kendi dünyama döndüğümde, eriyen zamanın saatinde tam 12’den vurmuş olduğumu görüyorum. İşte o an gerçeküstü, hayal olmaktan öteye geçiyor demekten kendimi alamıyorum. Her gün düşlerimin esinleriyle duygu yüklü resimler çiziyorum. Anlık zaman karelerine… Bu kareler anlık gibi görünse de hepsi yüzeyde duran farkındalıkların eğilip bükülmesinden ibaret değil. Gerçek, bu küçük karelerin içine sığdığında; bir anlık tutku ya da bir anlık hüzün içerisinde donarak hapsoluyor. İşte bu sıkışmış gerçeklikten, tuvalsiz düş resimlerimin anlık kareleriyle sıyrılıyor; gerçeküstücülüğün boyutlarında dolaşan bir gezgin oluyorum. Ve bir gün bu gezgin bir rüzgâr fark etti. Bu ne biliyor musun? Zam...

GERÇEĞİN TAŞIYICI KOLONLARI: DOĞRULUK

Doğruluk ne kadar önemli bir erdem… Bazen doğruluk bir yük gibidir; çünkü her zaman kolay taşınmaz. Gerçek bize bir durumun kendisini, yani olanı verir. Oysa doğruluk, gerçeği görmekle kalmaz; ona göre bir tutum almayı da gerektirir. Gerçek, bir şeyin yapısını ve koşullarını ortaya koyar; doğruluk ise o gerçeği ayakta tutan taşıyıcı kolondur. Gerçek, doğruluk olmadan yönünü kaybeder; tıpkı iç pusulasını yitirmiş bir insan gibi. Diyelim ki bir bilim insanı, dünyanın başına gelebilecek bir şeyi keşfetti. Bu, var olan bir sorunun daha büyük bir soruna dönüşmesiyle ilgilidir. O bilim insanı, bu bulgusunu ve çözüm yollarını kamuoyuyla paylaşmama kararı sebebiyle doğruluktan ödün verdi ve bilgiyi makale şeklinde yayımlamadı. Paylaşmış olsaydı, dünyanın başındaki sorunlar kronikleşmeyecekti. Dolayısıyla gerçeği, bu bilim insanı bir çuvala sığdırdı. Bir gün, sorunlar büyüdükçe, sakladığı bu gerçeğin o çuvala artık sığmayacağını görecek. Yani kötüleşecek olan dünya, doğrudan sakınan bilim ins...

YEPYENİ DÜNYA

Çember tamamlanmıştı. Kıvılcımlar, kuru yaprakları andıran ayak izlerini yutarken, duman göğe değil, toprağın kalbine doğru sızıyordu. Kalabalıklar bağırmıyordu artık. Onlar çoktan kendi gölgelerine esir olmuştu. Her biri, alevlerin hipnotik dansında benliklerini unutmuş gibiydi. Ve tam merkezde, bir adam oturuyordu. Ne bağırıyor, ne kaçıyordu. Gözleri kapalıydı ama görüyordu. Ellerini dizlerine bırakmış, sırtını eğmemişti. Etrafı cehennem gibi ama içi bir bahar sabahı kadar sakindi. Onun için bu yangın, bir tehdit değil, bir karşılaşmaydı. Kendiyle, insanla ve zamanla. Gölgeler üzerini örtmeye çalışıyordu. Kalabalıkların bastırdığı korkular, gövdelerinden ayrılıp duman gibi yükseliyor, onun etrafında dönüyor, içeri sızmak istiyordu. Ama adamın etrafında bir hale vardı. Görünmez ama güçlü. Gözle görülmeyen bir bilgelik, bir duruş gibi. Tam o anda, bir ses geldi. Rüzgardan mıydı, yerin içinden mi, yoksa kendi zihninden mi doğdu, bilemedi. Ama sesti bu. Ve ses ona "Ben buraday...

BİR KÖK ve AĞAÇ

Önce sanat ve kendimi geliştirmek ana hedefim oldu. O nedenle, iyi eğitimli görüşleri bir arada tutabilmek için esnek ve yaratıcı olmaya çalışıyorum. Önce belirsizlikleri lehime çevirmeliyim. O nedenle aklımda, trendlerin dışında kalmayan ama sanata koşan adımlarımı atmaya çalışıyorum. Ve kendi hikâyemi toplumun önünde değil, toplumun içinde ve onlarla beraber; onların düşlerini görmeye çalışıyorum. Bu düşlerimi, yeri geldikçe zaman zaman paylaşıyorum. Çünkü şu anda birçoğumuz farkında olmasa da, teknolojik anlamda süregelen ekosistemin bir parçası olduk. Hatta enerji ekosisteminin en tepesinde teknolojik gelişimler yer almaya devam edecek. Farkında mısınız, geleceğin mesleklerini bu süreçlere bağlı olarak günbegün şekillendiriyorlar? Düşün ki yarın “belkilerle” yaşayan bir toplumdasın. Bir de “Ne olacak dünyada?” diye uyanıyorum. Kendimi biliyorum. Yaşadığım topluma bakıyorum. Dolayısıyla, umudun olmadığı bir atmosferde gerçek umudunu yaratana ne denir? Beklerim ve beklerken izleri...

GUERNİCA TUVALE ÇARPAN NEFESLER

1881’de,bir Ekim sabahı, Málaga’nın birkaç kişinin karıncalar gibi sıralanarak geçebileceği dar sokaklarında yaprakların dahi kımıldamadığı bir sessizlik vardı. O sokaklara doğru açılan bir evin içinde, dünyaya yeni pencereler açabilecek bir hayat gelmişti. Bu doğumun umut ışığı silikleşiyor, yerine ölümün gölgesi çöküyordu. Güçsüz düşmüş görünen bebek öylesine hareketsiz ve sessizdi ki, odada bulunan herkes onun bu dünyaya aramıza katılamadan, o minicik ayaklarıyla adım atamadan gideceğine inanmıştı. Tam o sırada, bir doktor olan amcası cebinden çıkardığı purosunu yaktı. Küllerinden doğan bir kıvılcım gibi, aldığı dumanı bebeğin yüzüne üfledi. Aniden küçük göğüs kabardı, sessiz dudaklardan yükselen çığlık, odadaki ölüm sessizliğini paramparça etti. O çığlık, yalnızca bir bebek ağlaması değildi. Tarih, o an farkında olmadan geleceğin en büyük haykırışlarından birini işitti. Pablo büyüdü. Ellerinde tuttuğu kalem, fırça ve renkler sıradan birer araç olmaktan çıkıp, dünyanın gizli yüzünü...