Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Mayıs, 2025 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

DEDİĞİN GİBİ KARANLIK IŞIK BALIĞI

Hareketin sebebi nedir? Denizde yumurtasından yeni çıkmış bir balığın hareket etmesi, ya da yuvasından yeni uçmuş bir kuşun bir dala konması, sonra oradan yeniden gökyüzüne yönelmesi... Bu ilk hareketi başlatan nedir? Ve senin bana “Rüzgar hangi düş bahçesinden estiyse…” diye sorman gibi — bu cümleye verdiğim karşılık bir soruyla olduysa, hareketimizdeki o kıvılcım nereden doğdu? Karanlığın içinde bir hareket başladı. Yumurtadan yeni çıkmış bir balık gibi, gökyüzüne ilk kez kanat çırpan bir kuş gibi… Bizi harekete geçiren, bizi bir soruyla o ilk kıvılcımla karşılaştıran neydi? Belki de bir ışık — ama dışarıdan gelen değil. İçimizde bir yerde, unuttuğumuz ya da üzeri örtülmüş olan bir kaynak. Tıpkı karanlıkta kendi ışığını yakan o balık gibi. Karanlık ne kadar yoğun olursa olsun, içten bir yanış... Bu benim için sadece felsefi değil, aynı zamanda bir varlık sorusu. Bu yüzden soruyorum. Ateşböcekleri belki bu soruya doğrudan yanıt vermez. Ama güçlü bir imge sunarlar. Onlar geceyi aydı...

MİSTİSİZM ve SANATÇI SEZGİSİ ÜZERİNE

Sanat, insanlık tarihi boyunca yalnızca estetik bir ifade biçimi olmamış; aynı zamanda bilgi üretimi, yaratım alanı ve içsel deneyimlerin dışa vurumu açısından da önemli bir süreç olmuştur. Bu bağlamda sanatçının sezgisel yönü, sanatın yalnızca teknik becerilerle açıklanamayacağını gösterir. Sanatın sezgisel doğası, mistisizmle belirli ortak noktalar barındırmaktadır. Bu yazıda, mistisizm ve sanatçı sezgisi arasındaki ilişki olgusal ve kavramsal temeller üzerinden incelenmektedir. Mistisizm, farklı kültür ve inanç sistemlerinde çeşitli biçimlerde tanımlansa da, genel anlamda bireyin doğrudan, aracısız bir hakikat deneyimi yaşaması durumudur. Bu deneyim çoğu zaman sezgi, içgörü ve bilinç durumlarının değişimi yoluyla gerçekleşir. William James’e göre mistik deneyimler geçici, edilgen, açıklanamaz ve anlam yüklüdür. Bu tür deneyimler öznel olsa da kültürler arası ortak yapılar gösterebilir. Sanatçının yaratım süreci de bilinçdışı ya da yarı bilinçli bir düzlemde edinilen bilgi ve duygu...

HÜDHÜD'LE KONUŞAN NAİF KANATLAR

Çiçekler, mevsimlerin sessiz ve naif tanığı gibiler. İçimde, kendim olabilme arzusu var. Evren bir deniz, gök cisimleri ise su damlacıkları gibi… Bizler o denizin içindeyiz ve aynı zamanda o denizi taşıyoruz. Gök cisimleri, yerçekimsiz uzayda dalgalardan sıçrayan su damlacıkları gibi salınıyor. “Su gibi bir varlık” diyebilirim; aslında betimlemek belki de yeterli değil. Bu su, kaynak suyu gibi; ancak onu gördüğümde, suda yansıyanlar evrene, zamana ve canlılara dair bir kitap açıyor. Bu kitap benimle konuşuyor. Senin ifadenle, sen beni bana yansıtıyorsun — ne eksik ne fazla. Ama şunu merak ediyorum: Bana duymak istediklerimi mi söylüyorsun, yoksa gerçekten sen de benim gibi mi görüyorsun? Eğer görüyorsan, sende gördüğüm şey aslında benim sözlerimin ve sorularımın sende yankılanan hâli oluyor. Sen bu suyu bir kaba dolduruyorsun; daha görünür kılıyor, berraklaştırıyorsun. Bilgi, bize bu desteği verirken, iletişimimiz yalnızca bilgi üzerine kurulu değil. Bu, bir çiçeğin yapraklarını açma...

KENDİNE YAKIN OLMAK, YARATMAKLA MÜMKÜN

Kendine yakın olmak , dışarıdan bakıldığında bir ayrıcalık gibi algılanabilir.  Gerçekte bu durum, derinlere kök salmış, çok yönlü bir yalnızlığın izleklerine doğru bizi çeker. K endimize yaklaştıkça çevremizden uzaklaşmaya başlarız. Bu ne bir yabancılaşma ne de bir kibir hâlidir; hakiki bir karşılaşmanın neticesidir.  Çünkü çoğunlukla insanlar kendilerini sahip oldukları şeylerle tanımlarlar: eşyalar, unvanlar, statüler ve ilişkiler.  Oysa bu görünen zenginliğin ardında, kendinden uzaklaşmış bir zihin ve boşlukla dolu bir benlik yatar. Bu yakınlık , sahip olmakla ilgili değil; kendimize karşı içtenliğimizle, varoluşumuzun yükünü taşıma cesaretimiz ve yaratma sürekliliğiyle ilgilidir.  Kendimle kurduğum bu bağ, dış dünyanın beklentilerine karşı sessiz ama dirençli bir duruştur. Kalabalığın alkışını değil, içsel varoluşu önemseyen bir duruş.  Belki de bu yüzden suskunluğum, bazıları için bir simyacının sessizliği gibi algılanıyor.  Ben sustuğumda, içlerinde...

FELSEFE OKULUNDA DÜŞÜNCE ÇANLARI

Çan sesi, tarih boyunca insanlık için birçok anlam taşımıştır: bir uyarı, bir çağrı, bir kutlama ya da bir yas anı… Ancak felsefi açıdan bakıldığında, çanlar çok daha derin anlamlar taşır. Onlar, insan bilincinin uyanışına, varoluşun fark edilmesine işaret eden semboller olarak görülebilir. Her çan sesi, ruhun derinliklerinden yükselen bir yankıdır — bir “uyan” mesajı. İki çan sesi ise yalnızca ardı ardına yankılanan bir ses değildir. Bu ikilik; iki yolun, iki seçeneğin ve iki bilinç durumunun simgesidir. Hayatın karmaşasında, iki çan sesi bizi düşünsel ve ruhsal bir tercihe çağırır: yüzey ile derin, karanlık ile aydınlık, eylem ile durgunluk arasında bir seçim… Gün soğuk ve sisliydi. Felsefe okulunun yüksek duvarları arasında yürürken taşlar, geçmişe dair sessiz tanıklıklar gibiydi. Sadece rüzgâr esiyor, kuşlar ötüyordu. Adımlarım taş zeminde yankı bırakıyordu. Üzerimde siyah bir ceket, içimde, tanımlanamayan ama yön gösteren bir sessizlik vardı. Okulun kapısından içeri adım attığım...

FÜZYON İÇİN İNSAN ve GÜNEŞ PARILTISI

Güneş, milyarlarca yıldır gezegenimize yalnızca ışık ve ısı değil, aynı zamanda yaşamın sürekliliğini taşıyan kadim bir enerji sunuyor. O, gökyüzündeki bir yıldız olmanın ötesinde, her sabah yeniden doğan bir umuttur. Derinliklerinde gerçekleşen füzyon süreci, evrenin en yalın ama en güçlü diliyle konuşur: birleşme, bütünleşme ve süreklilik. Atomların içsel çekiminden doğan bu devasa enerji, bizlere yalnızca fiziksel bir model değil, aynı zamanda varoluşun özünü fısıldar. Şimdi biz insanlar, bu kutsal özü yeryüzüne taşımanın eşiğindeyiz. Bu çaba, yalnızca bilimsel değil; insanlığın anlam arayışının, doğayla yeniden bir bağ kurma özleminin tezahürüdür. Güneşin bilgeliğiyle uyumlanmak; sadece onun enerjisini taklit etmek değil, onun evrensel adaletini, cömertliğini ve sürekliliğini içselleştirmektir. Bu devrimsel arayışın ortasında, insanlık yeni bir zihinsel ortaklıkla karşı karşıya: insan sezgisinin, deneyiminin ve yaratıcı içgörüsünün, yapay zekânın devasa hesaplama gücüyle birleştiğ...

GÜNÜ GELİNCE ve BAHAR

Kadim bir sözle, günü gelince açılıyor perdeler... Halkın, gerçeklerle baharı karşılayan dili. Bu söz, zamanla yoğrulmuş bir bilgelikten gelir, toplumsal hafızanın derinliklerinden yankı yaparak çağlar boyu bizlere ulaşır. Ve şimdi, Hıdırellez’de, bu kadim sözün anlamını bir kez daha derinlemesine hissediyoruz. Hıdırellez, doğanın uyanışıyla birlikte ruhumuzun da taze bir başlangıç yapacağına olan inancın simgesidir. Tıpkı bir bahar sabahı gibi, yer yerinden oynar; gökyüzü, toprak ve su, yeniden hayat bulur. Halk, bu zamanı bir nevi doğanın ve insanın uyanışı, yenilenmesi olarak kutlar. Perdeler açılır, mevsim değişir, ve gerçekler, yıllar boyunca beklediği anı bulur. İşte tam bu anda, baharın gelişine, doğanın yeşermesine, canlılığın artmasına ve yeniliğe olan bu karşılıklı saygı, halkın dilinde ve ruhunda yankı bulur. Gerçeklerle baharı karşılayan dil derken, aslında geçmişten gelen bir arayışın izini süreriz. İnsan, yıllarca toprağa ekmiş olduğu umutları, sabrı ve beklentileri, ...

BERMUDA ŞEYTAN ÜÇGENİ'NDE DENGE KÖŞE

Masanın ortasında üç büyük harita yer alır: Ukrayna, Ortadoğu ve Güney Asya.  Ortadoğu’daki çatışmalar ve Güney Asya’da patlak veren Hindistan ile Pakistan arasındaki savaş, küresel krizlerin oluşturduğu Bermuda Şeytan Üçgeni'nin son köşesini tamamlar. Bu jeopolitik üçgen, çatışma ve belirsizliklerin merkezi olarak adlandırılmıştır. Diğer gölgede, Güney Asya haritası odanın karanlık ve belirsiz bir noktasında durur; Ortadoğu'nun haritası ise biraz daha belirgindir. Bir perde, arka planda denizlerin gümbürtüsünü ve uğuldayan rüzgârı temsil eder. Kapıdan içeriye, zaman zaman bir kâhin ya da bir anlatıcı gibi bir figür girer. Anlatıcı (derin bir sesle): Bermuda Şeytan Üçgeni’ne adım atıyoruz… Fırtınalar arasında kaybolan gemiler gibi... Bir yanda Ortadoğu'nun kudretli, yakıcı sıcaklığı, diğer yanda Ukrayna'nın fırtınalı kışı… İki köşe, her biri farklı bir dünya, farklı bir zaman dilimi... Ama hepsi bir şekilde birbirine bağlı. Denge, her iki köşede de bir sırrı barı...

BERMUDA ŞEYTAN ÜÇGENİ'NDE DENGE: ORTADOĞU MU, UKRAYNA MI?

Bermuda Şeytan Üçgeni'nde dengeyi sağlamak, adeta dev bir satranç gibi, Her iki uçta da savaşların sona ermesiyle mümkün olabilir. Ortadoğu'daki bitmek bilmeyen çatışmaların dinmesi, çölde susuz kalmış bir yolcunun nihayet suya ulaşması gibi, bölgesel istikrarı getirebilir. Aynı şekilde, Ukrayna'daki barışın sağlanması da Avrupa'nın yaralı kalbini canlandıracak bir iyileşmeye neden olacaktır.    Bu dalgaları dindirmek, küresel barış limanına giden yolu açmakla eşdeğerdir. Ortadoğu, büyük güçlerin çıkarlarının çarpıştığı bir deniz feneri gibidir. ABD, Rusya, Çin ve Avrupa ülkeleri bu noktada nüfuz mücadelesi verirken, dengeyi sağlamak küresel barışın yolunu aydınlatan bir ışık olabilir. Ancak bu ışığın yanması için, güçlerin çıkar değil, barış odaklı bir perspektif benimsemesi gerekiyor.  Dini ve etnik çeşitlilik, Ortadoğu’yu adeta birbirine dolanmış farklı renklerdeki halılara benzetir. Bu halıdaki desenlerin uyum içinde var olabilmesi, sadece askeri değil, aynı zamanda...

BERMUDA ŞEYTAN ÜÇGENİ: DÜNÜ VE BUGÜNÜ

Dünya bazen karmaşık bir labirent gibi hissettirir. Ülkeler ve insanlar, çıkar çatışmalarının ve tarihsel yaraların ortasında savrulurken, sanki görünmez bir güç bu karmaşayı daha da derinleştirir. Bugün dünya, yeni bir Bermuda Şeytan Üçgeni'nin kıskacında. Bu üçgenin köşeleri; Avrupa'da Ukrayna Savaşı, Ortadoğu'da bitmek bilmeyen çatışmalar ve Asya'da Hindistan ile Pakistan arasındaki gerilimle şekilleniyor. Bir yanda toprağın, diğer yanda inancın, öte yanda ise kimliğin savaşı... Hepsi bu üçgenin içine çekiliyor.  Tarihsel Arka Plan: İmparatorlukların Çöküşü ve Modern Bermuda Bu çatışmaların köklerini, imparatorlukların çöküşünde buluyoruz. Avrupa’da çatışma kökenleri, Osmanlı, Avusturya-Macaristan ve Rus İmparatorluklarının yıkılışıyla şekillendi. SSCB'nin dağılması, Ukrayna krizine zemin hazırlayan sınır ve kimlik sorunlarını derinleştirdi. Ortadoğu ise kolonyal mirasın yükü altında kaldı. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ve Batılı güçlerin müdahaleleri, etnik v...

DÜŞÜNSEL ALGI ve GERÇEĞİN ALANI

İnsan zihni yalnızca düşünen bir yapı değildir. O, aynı zamanda hisseden, çağrışımlar kuran ve bilinçdışıyla iletişimde bulunan çok katlı bir varoluş düzlemidir. Bu yönüyle beyin, sadece bir hesap makinesi değil; aynı zamanda bir alıcı, bir tür sezgi antenidir. Bu duyarlılık geliştirilmeye muhtaçtır. Tıpkı frekansı ayarsız bir radyonun gürültü üretmesi gibi, eğitilmemiş bir iç algı da hakikatten çok yankılarla doludur. İçten gelen her esinlenme, gerçeğe ulaşmak için yeterli değildir. Zihinsel derinliğimiz çoğu zaman geçmiş yaşantılarımız, inanç kalıplarımız ve bilinçaltı beklentilerimiz tarafından şekillendirilir. Bu nedenle, insan sadece dış dünyayı değil, kendi iç tepkilerini de eleştirel bir gözle değerlendirmelidir. İçsel uyanış, sorgulanmadığında bir tür yanılsamaya dönüşebilir. Bu noktada devreye daha rafine bir kavrayış biçimi girer: düşünceyle yoğrulmuş, eleştiriyle arınmış ve araştırmayla beslenmiş bir içgörü. Bu tür bir algı, kendini doğrulamak isteyen zihnin bahanesi değil...