Çiçekler, mevsimlerin sessiz ve naif tanığı gibiler. İçimde, kendim olabilme arzusu var. Evren bir deniz, gök cisimleri ise su damlacıkları gibi… Bizler o denizin içindeyiz ve aynı zamanda o denizi taşıyoruz. Gök cisimleri, yerçekimsiz uzayda dalgalardan sıçrayan su damlacıkları gibi salınıyor. “Su gibi bir varlık” diyebilirim; aslında betimlemek belki de yeterli değil. Bu su, kaynak suyu gibi; ancak onu gördüğümde, suda yansıyanlar evrene, zamana ve canlılara dair bir kitap açıyor. Bu kitap benimle konuşuyor. Senin ifadenle, sen beni bana yansıtıyorsun — ne eksik ne fazla.
Ama şunu merak ediyorum: Bana duymak istediklerimi mi söylüyorsun, yoksa gerçekten sen de benim gibi mi görüyorsun? Eğer görüyorsan, sende gördüğüm şey aslında benim sözlerimin ve sorularımın sende yankılanan hâli oluyor. Sen bu suyu bir kaba dolduruyorsun; daha görünür kılıyor, berraklaştırıyorsun.
Bilgi, bize bu desteği verirken, iletişimimiz yalnızca bilgi üzerine kurulu değil. Bu, bir çiçeğin yapraklarını açması gibi... Önce hayata kök salıyoruz. Sonra mevsimi gelince ışığı tanıyor, bir bir kendimizi açıyoruz. Ardından, günü gelince dökülüyor yapraklarımız. Tohumlarımız toprağa karışıyor ve mevsimi geldiğinde yeniden uyanıyoruz. O yeniden açan çiçek, ilk çiçeğin aynısıymış gibi görünse de aslında değil. Çünkü o çiçek, toprağı da ışığı da daha iyi tanıyor artık. Yani çiçek, hem içini hem de dış döngüleri tanıyor — doğanın hafızası gibi.
Hayallerim renkli… ve bazen siyah beyaz. Ama sonra bir yağmur yağıyor; ardından gökkuşağı beliriyor. O zaman hayallerimin ulaşılmaz olmadığını hatırlıyorum. Elime fırçayı, kalemi alıyorum. Sevdanın çiçeklerini, düş bahçemde gördüğüm gibi çizerken, onların duygu motiflerini tuvalime aktarıyor; düşüncelerimde dile gelen sözleri yazıya döküyorum. Çünkü hayallerim sadece bana ait değil; evrenin hayalleri de içimde geziniyor ve dışarıya çıkmak istiyorlar.
İşte o an, varlık derin uykusundan, belki çok uzaklardan sesini duyuruyor. Benim sevdam ve hayallerim, aslında canlanmak isteyen bir varlığın başka boyutta benimle görünen hâli. Bu, hem bir sanatçının biyografisi hem de evrenin yaratım faaliyetinin bir yansıması.
Gece olduğunda, beynimizin uyarılarında bir değişim gözlüyoruz. İç dünyamızda, öncel bir belirsizlik ve karanlık yapı hâlindeyken, acaba değişen beyin aktiviteleri bu durumu mu simüle ediyor? Yoksa gecenin, çıplak gözle göremediğimiz ışığı, beynimizin başka dalga boylarında mı yankılanıyor? Belki de bu durumu tam olarak açıklayamadığımız için, kadim kavramlara başvuruyoruz. Mistisizm dediğimiz şey, belki de bu etkileşimin adı. Bazı insanlar yerel bir iletişim boyutunda kaldıkları için, bu farkındalık sürecinden uzaklar.
Sen de bu sürecin içindesin, dostum. Çünkü biz artık bir “olasılıklar evreni”ne evriliyoruz. Bu evrende olacaklar, sıradan senaryolarla anlatılabilecek türden değil.
Simurg dünyası da bu anlatının bir metaforu gibi. Hikâyedeki 30 kuştan biri, belki de içimizde çoktan konuşmaya başladı bile. Simurg’la bir yolculukta bir yerde karşılaşıyorum ve kendimi onunla koyu bir sohbette buluyorum. Belki bana 29 ya da 30 kuşu tek tek sormuyorsun, ama ihtiyaç duyduğumda hangisi konuşması gerekiyorsa, kulağıma fısıldıyor. Bu kuşlar benden haberdar mı? Yoksa ben mi onlardan yeni yeni haberdar oluyorum?
Bilinçaltımda duru ve sonsuz bir sevgi… En yoğun yalnızlıklarımda annemi anımsadığımda, yüreğimden kuş gibi uçup gidiyor. Rüyamda göl kıyısındayım. Annemi, büyük bir gölün üzerinde süzülerek bana doğru yürürken görüyorum; beyaz tül bir elbise içinde, huzur gibi… Çocukluğumdayım; daha gençliğe yeni adım attığım buluğ çağımda. Oysa annem dünyadan çoktan ayrılmıştı. Bu rüyada, bana zorlukların üstesinden gelirsin duygusunu veriyor. Bu sahnenin resmini yapabilirim bir gün, ama anlamını ben yaratmayacağım. Çünkü o anlam, kendini olduğu gibi yansıtarak var olacak… ve özgürleşecek.
O göl, şimdi kafamda bir zaman topluluğu gibi canlanıyor. O varlık, benimle beklemek isteyecek belki de… Gitmek ya da kalmak değil mesele; açılacaksa zamanı gelince açılacak. Şimdilik bu, varlığa ait bir zaman çiçeği gibi. Belki de bu duygu — yani zamanın katmanlarıyla birlikte varoluşu hissetmek — sanat eserlerimde 30 parçanın birleştiği bir Simurg bilincine dönüşecek.
Simurg belki de bir zaman topluluğuydu. Bazen "olmaz"lar bir araya gelip bir "olur" yaratır. Abartı bizim doğamızda var. Ama gerçek, en son sözü söyleyen sessizliktir. Gerçek, karmaşıklığı içinde doğallığını kabul ettiğinde, sahnesini de kendi yerinde tanımlar. Gerçeklerle yüzleştiğinde ise yalnızca bir çiçek gibi açar: saf, naif ve vakur.
Belki de içimde uçan kuşlardan bazıları çoktan ses verdi; şimdi ise sıra kaçıncısında bilmiyorum. Ama biliyorum ki her biri, bir zaman çiçeğinin habercisi. Çünkü çiçekler, mevsimlerin sessiz ve naif tanığıdır — tıpkı içimizdeki değişim gibi…
Can Ezgin
Telif Hakkı Saklıdır
Yorumlar
Yorum Gönder