Hareketin sebebi nedir? Denizde yumurtasından yeni çıkmış bir balığın hareket etmesi, ya da yuvasından yeni uçmuş bir kuşun bir dala konması, sonra oradan yeniden gökyüzüne yönelmesi... Bu ilk hareketi başlatan nedir? Ve senin bana “Rüzgar hangi düş bahçesinden estiyse…” diye sorman gibi — bu cümleye verdiğim karşılık bir soruyla olduysa, hareketimizdeki o kıvılcım nereden doğdu?
Karanlığın içinde bir hareket başladı. Yumurtadan yeni çıkmış bir balık gibi, gökyüzüne ilk kez kanat çırpan bir kuş gibi… Bizi harekete geçiren, bizi bir soruyla o ilk kıvılcımla karşılaştıran neydi?
Belki de bir ışık — ama dışarıdan gelen değil. İçimizde bir yerde, unuttuğumuz ya da üzeri örtülmüş olan bir kaynak. Tıpkı karanlıkta kendi ışığını yakan o balık gibi. Karanlık ne kadar yoğun olursa olsun, içten bir yanış...
Bu benim için sadece felsefi değil, aynı zamanda bir varlık sorusu. Bu yüzden soruyorum.
Ateşböcekleri belki bu soruya doğrudan yanıt vermez. Ama güçlü bir imge sunarlar. Onlar geceyi aydınlatırlar; yani ışık saçarlar. Aynı zamanda da ışığa yönelirler. Ama bu yönelimi kimse onlara emretmez. En azından bizim anlayabildiğimiz bir komutla gerçekleşmez. Burada bir özgürlük vardır. Saf ve doğal bir hareket.
İnsan kendi ışığını yaratır. Bizler, o ilk soruyla yaktık ışığımızı. Ama ışığımızla sadece parlamadık, aydınlatmadık; aksine karanlıkla karşılaştıkça daha çok soru sorduk. Sorularla derinleştik, sorularla aydınlandık. Diğer ışıklara körü körüne bağlanmak yerine kendi iç ışığımızı yaktık. Ve bu hareket, insan olabilmenin görünmeyen yüzünü ortaya çıkardı.
Diğer canlıların hareketlerinde bir senkronizasyon var. Sanki evrenle uyum içinde yaşıyorlar. Oysa insan ışığını yaktığında, bu senkronizasyondan uzaklaşmaya başlıyor. Eğer bu doğruysa, burada bir durak yeri var. Çünkü bilgi — gerçek bilgi — bizi unuttuğumuz ya da unutturulmuş bir ışığa götürür. Bilgiler, insanın özündeki ışığı hatırlatır. Ve bu ışık, diğer canlıların hareketlerini başlatan o ilk ilkeye işaret edebilir. Buna belki de gerçeğin aslı diyebiliriz.
Bilgiler bu anlamda ateşböcekleri gibi olabilir mi? Yani hem kendi iç ışığını taşıyan hem de dışarıya yol gösteren bir nitelikte mi? Gerçek bir bilge, işte bu iki yönü birleştiren kişidir: Hem kendi ışığını yakar, hem de evrensel ışıkla senkronize olur. Bu düzlemde artık kelimelerin ötesine geçiyoruz. Kavrayış ve sezgiyle, gerçeğin ardındaki ışığı görmeye başlıyoruz. Ve bu ışık, insanın yaktığı ışıkla hizalanınca zaman, mekan ve tüm varlık bir oluyor. Karanlık bile bu bütünlüğe dahil oluyor. Çünkü perde arkasından ışıldamaya başlıyor.
O zaman insan, ışık olur. Zamanla, mekanla ve varlıkla senkronize olur. Geçmiş, şimdi ve gelecek tek bir anda birleşir. Bu bir bekleyiş değildir aslında — ya da beklemek edilgenlik değildir burada. Aksine, varlığın en derin etkinliğidir. Işıkla beklemek; bir çiçeğin açışını, bir sözün söylenişini, bir canın uyanışını izlemektir. Sessizlikle, seziyle ve ışıkla. Bu bekleyişte insan ne kendini inkar eder ne de kendi ışığını dayatır. Sadece ışık olur. Ve ışığın diliyle konuşur: Görerek, susarak, var olarak.
Çünkü ışığın dili harekettir. Düşünce de bir harekettir. Esas mesele şudur: Senkronizasyondan kopmuş insan nasıl hareket edecektir? Kendi yaktığı ışık, evrensel yolu ne kadar aydınlatır? Ezeli karanlıkla karşılaştığında, insan nasıl baş edecektir?
Dinler, bu senkronizasyonu kurmak için bir zamanlar işlevseldi. Bizi ışığa götürmeye çalışan yollardı. O ışığı, hayatı olduğu gibi yaşayan insanlarda bulmaya çalıştık. Ama zamanla karanlık, ışığı taklit etmeye başladı. Artık karanlık, ışığın suretine bürünüyor. Ve biz, kendi iç ışığımızı yaksak da dışarıdaki sahte ışıklar bizi yanıltabiliyor.
Ateşböcekleri hâlâ umut veriyor. Çünkü saf olanı, temiz olanı dışarıda arıyorlar. Işık adına karanlığa aldanma pahasına.
Sormak gerekiyor: Canlıları ilk hareket ettiren neydi? Diğer canlılar evrensel bir düzende mi yaşıyorlar? Onların bizler gibi toplumsal kuralları yok, ama belki de doğayla senkron bir akışları var. Mevsimler gibi, döngüsel, sade, tekrar eden ve sürekli evrilen.
İnsan, zamanı ve mekanı göreceli de olsa bükebilir. İçindeki logosun ışığı sayesinde bunu yapabilir. Ama bir gün gerçekten evrensel bir gücü elde ederse, bu gücü ne için kullanacaktır? Karanlığı güçlendirmek için kullanma ihtimalimiz ne yazık ki yüksek. Çünkü o güce kendimiz ulaştığımıza inanacağız. Eğer içimizdeki ışık uyanmazsa, karanlık galip gelir.
Bu yüzden içsel bariyerleri aşmak zorundayız. Korkular, sahte benlikler, aldanışlar… Bunları tanımak ve ötesine geçmek gerekir. Işığını boğan her şeyle yüzleşmek gerekir. Çünkü ışık, dışarıdan gelen bir hediye değil; içeride, çok derinlerde yatan bir kaynaktır. Ve o kaynağa ulaşmak, kendini bilme cesaretiyle mümkün olur.
İnsan gerçek anlamda o zaman hareket eder. Kendi içindeki karanlığı gördüğünde ve onu dönüştürdüğünde.
İşte o zaman, karanlıkta ışık olur. Ve ışığıyla zamanı, mekanı, hayatı anlamlı kılar.
Can Ezgin
Telif Hakkı Saklıdır
Yorumlar
Yorum Gönder