Zamanın dalgaları sadece günün 24 saatiyle ve kaybolan 10 günle başlayıp bitmiyor. Bazen zaman, insanın düş evreninde başka bir insani boyut olduğunu gösteriyor. Bu düş evreni ne kadar da yüzeysel gibi görünüyor, değil mi?
Gerçeküstü bir yönden bakıyorum. Örneğin Salvador Dali’nin bakış açısının kıyısından kendi dünyama döndüğümde, eriyen zamanın saatinde tam 12’den vurmuş olduğumu görüyorum. İşte o an gerçeküstü, hayal olmaktan öteye geçiyor demekten kendimi alamıyorum.
Her gün düşlerimin esinleriyle duygu yüklü resimler çiziyorum. Anlık zaman karelerine… Bu kareler anlık gibi görünse de hepsi yüzeyde duran farkındalıkların eğilip bükülmesinden ibaret değil. Gerçek, bu küçük karelerin içine sığdığında; bir anlık tutku ya da bir anlık hüzün içerisinde donarak hapsoluyor. İşte bu sıkışmış gerçeklikten, tuvalsiz düş resimlerimin anlık kareleriyle sıyrılıyor; gerçeküstücülüğün boyutlarında dolaşan bir gezgin oluyorum.
Ve bir gün bu gezgin bir rüzgâr fark etti. Bu ne biliyor musun?
Zamanın rüzgârlarını taşıyan atmosferik dalgalanmaların içinden geçmekti gezginin fark ettiği bu anlayış.
Gördüğüm rüyaların uzamında bir başka evren ve boyut vardı. Gerçeküstücülük, salt gerçeğin kaynağıydı. O nedenle, keşke büyük filozoflar benim fark ettiğim rüzgârı fark etmiş olsalardı demeye çalışıyorum. Dünya onlar için yaşayan, soluk alan bir evrenler geçidi olurdu. Bu evrene şairleri, ozanları, âşıkları, düşüncenin dostu olanları da ilave edelim. Ve tabii ki sanatçıları… Onların hayata bakışlarını, ilk heyecanlarını, ilk ruhsal bütünleşmelerini düşleyelim.
Bu işin delisi gezgin bir filozof... Düşüncenin en verimli çağında niçin gözlerini açmadığına kahrediyor…
Ozanların cirit attığı o çağda gezgin filozofun en yakın arkadaşları, bilindik filozoflar olurdu. Birçoğu onun yolunu gözler, onun gelmesini beklerdi. Çünkü bu gezgin filozof, zamanın meridyenini onlara erkenden getiriyordu. O ünlü felsefe okuluna gezgin filozofun ayak basmasıyla büyük filozoflar, en çok o an öğrenci olacaklarına sevinirlerdi. Genellikle her mevsim meyve verecek olan çeşitli ağaçlar, çiçeklerini açacakları zaman denk geldiğinde gezgin filozofun da gelişi müjdelenirdi. Çiçekler, onun geleceğini haber verirdi. Okulun bahçesinde mevsimine göre açan ağaçlar, gezgin filozofun gelişini herkese müjde ederdi.
Gençler meraklıydı. Yeni okula dâhil olmuş filozof adayları onu canlı bir efsane gibi karşılarlardı. Akıllarında hep şu ışık yanardı: “En parlak soruyu ben sormalıyım.” Çünkü eski öğrenciler, gezgin filozofun cevaplardan çok sorulara önem verdiğini biliyorlardı.
Evet, filozofun o kadim dostları onu önce ölçülü, sonra birlikte olduklarında dostane karşılarlardı. Sıcak, samimi, duygulu ve zekâları o ana odaklanmış bir kıvılcım bekleyen bir fener gibi… Dimdik durur, yüksek kayalıkların üzerinden ufka doğru cesurca bakarlardı.
Gezgin filozof, gençlerin arasında soru sormasını bekleyen filozof adaylarına ilk sorusunu soracağını duyurdu. Gençler kendilerine yöneltilecek sorunun ağırlığını omuzlarında hissetmeye başlamışlardı. Onlar için bu soru unutulmaz bir an ve onur payesi anlamına geliyordu.
Gezgin filozof dedi ki:
“Sevgili filozof adayları, size bir soru soracağım.
Bu sorunun özelliği şudur: düşündükten sonra vereceğiniz cevap bir düşünce yansısıysa, cevap doğrudur.
Yani bu sorunun cevabı tek değil; soru tek, cevabı tek değil.”
Gençler nefeslerini tutuyor, gözlerindeki merak kıvılcımları bahçedeki çiçekleri aydınlatıyordu. Rüzgârın yaprakları hafifçe salladığı o anda, sessizliği yaran filozofun sorusu geldi:
“Eğer zaman ve rüya düşüncenin iki ayrı yüzü olsaydı,
siz kendi gerçeğinizi hangi yüzle yazardınız?
Ve neden?”
Sessizlik bir anda derinleşti. Her genç kendi iç evreninde dolaşıyordu. Kimisi zamanın ritmiyle cevap arıyor, kimisi düşlerin özgürlüğüyle… Ama hepsi biliyordu: cevap kendi içlerinde bir ışık yakmalıydı.
Cevap 1 – Zamanı seçen:
“Ben kendi gerçeğimi zamanın yüzüyle yazarım. Çünkü zaman, düşüncenin ritmini belirler; anıları ve deneyimleri birleştirir. Geçmişin bilgisiyle geleceğin olasılıklarını buluşturur.
Rüya ilham verir ama zaman kalıcı bir yol gösterir.”
Cevap 2 – Rüyayı seçen:
“Ben gerçeğimi rüyanın yüzüyle yazarım. Rüya, sınırsız bir özgürlük alanıdır; mantığın zincirlerinden bağımsızdır. Hayal ve sezgi gerçeğin en saf yoludur. Zaman sınırlar ama rüya anı genişletir.”
Cevap 3 – İkisini birleştiren:
“Ben gerçeğimi hem zaman hem rüya ile yazarım. Zaman düşlerime çerçeve olur, rüya o çerçevenin dışına taşar. Gerçek, iki yüzün dans ettiği yerde görünür.”
Gezgin filozof, verilen her cevabı hayranlıkla dinledi. Sonra ikinci soruya geçti:
Sevgili dostlar, genç sofistler, geleceğin bilge ruhları… Biz hayatı hissederek ve sorgulayarak anlamaya çalışıyoruz. Yargılamıyoruz. Çünkü üstünlük kurmak gibi bir hedefimiz yok. Sadece var olanı gölgelemiyoruz.
Bu yaklaşımın önemi, düşüncelerinizi geleceğe miras değil, iletmek anlamına gelir.
Peki ‘var olanı gölgelememek’ sizin için başka anlamlara geliyor mu?"
Olası yanıtlar gençlerin ruhundan döküldü…
1) Adalet eksenli cevap:
“Var olanı gölgelememek, başkalarının hak ve özgürlüğünü gözetmektir.”
2) Özgürlük eksenli cevap:
“Gölgelememek, yeni fikirlere alan açmaktır. Egoyu geride bırakmaktır.”
3) Sezgi eksenli cevap:
“Akıl kadar kalple de yaşamaktır.”
4) Zaman–rüya eksenli cevap:
“Geçmişi, şimdiyi ve geleceği aynı bütün içinde kabul etmektir.”
Ağaçlar yargısız dünyanın kadim tanıklarıdır. Onlar varlığı sezen bir kişiyi içlerinde taşırlar.
Her bir ağaç varlığın bir notasına benzer. Rüzgârda dans eden dalları, evrenle iletişim hâlinde olduklarını fısıldar. Bu ağaçların hepsi isimsiz birer bilgedir.
Kutsal zeytin ağacı 200 yıldır orada durmakta düşünce bahçesinin merkezindeydi. Tales’in sözlerini içselleştirmiştir. Sanki daha dün gibi hatırlar Tales’in “Her şey sudur” sözlerini hâlâ yapraklarıyla fısıldar gibiydi. O ağacın gölgesi genç öğrencilere ışığın en bilge hâlini verirdi. Onlar bizim bilge ruhlarımızdı.
Filozoflar ruhu kanatlandıran insanlardır. Yani düşüncenin kanatlanmasına izin verirler. Sonra o düşünceye tutunan bir filozof, düşüncesiyle yükselmenin en önemli gaye olduğunu öğrenir.
Gezgin filozofun sözlerinin gençlerde nasıl bir etki bırakacağı onların takdirine bağlıydı.
Belki bir çekince, belki unutulmaz bir yolculuğun başlangıcı… Belki de yalnızca küçük bir ışık… Ama bilinen bir şey vardı: onlar düşüncenin genç fidanlarıydı. Ve fidanların güneşe uzanma arzusu hiçbir zaman küçümsenmemeliydi.
Gezgin filozofun sözleri onlara önce bir ip gibi uzansa da zaman ilerledikçe köklerine işleyen sessiz bir bilgelik bırakmıştı.
Can Ezgin
Telif Hakkı Saklıdır
Yorumlar
Yorum Gönder