Doğanın sesine kulak veren insanlardan olmayı yeğlerim. Çünkü doğanın bize sunduğu her şeyde bilgelik sözleri vardır. Biz insanlar ise genellikle kısa vadeli hedeflere odaklanarak bu bilgeliği duymazdan ve görmezden geliriz. Peki, doğanın bize söylediği bu sessiz sözleri ne zaman anlamaya başlayacağız? Gerçekten duyuyor muyuz, yoksa yalnızca duymak istediğimizi mi işitiyoruz? Doğanın ritmini yakalamak için yalnızca görmek değil, aynı zamanda hissetmek de gerekiyor. Gözlem yapmayı seven bir dalgıç, doğanın içinde derinlere dalıyor. Ama bu derinlikler, okyanusun değil; hayatın kılcal damarlarının olduğu yerler. Yeryüzünün nefes aldığı o damarlar: Toprağın altında saklanan kökler, suyun çatlak taşlara süzüldüğü yollar, buzulların içinde donmuş zamanın kendisi... Bu damarlar kesildiğinde ne olur? Yaşamı var eden bu bağlar, bizim sınır tanımayan tüketim şeklimize ne kadar daha dayanabilir?
Buzullar... Yüzyılların soğuk hafızası yavaş yavaş çözülüyor. Küçük bir damla suda geçmişin izleri ve geleceğimiz yok oluyor. Doğa, sessiz bir çığlık atıyor. Buzulların eriyen yüzeyinde, kuruyan nehir yataklarında ve soyları tükenen türlerin sessiz vedasında çığlıklar yankılanıyor. Ama biz bu çığlıkları duyamayacak kadar meşgulüz. Kendi ihtiyaçlarımızı karşılamak için doğanın sınırlarını zorluyoruz. Zorladığımız sınırlar gerçekten ihtiyaçlarımızı karşılayacak şeyler mi? Yoksa arzularımızı gizlediğimiz kılıflar mı? Gezegenimizin ısınmasına sebebiyet vererek sera etkisini geri döndürülemez bir boyuta taşıdık. Doğal kaynaklar, artık temel ihtiyaçlarımızı karşılayamayacak düzeyde tükenme noktasında. Bunun farkında mıyız? Daha da önemlisi, farkında olduğumuzda ne yapacağız? Sadece izlemekle mi yetineceğiz, yoksa bu hikâyeyi değiştirmek için adım atacak mıyız?
İlk bakışta tabiatın dengesizlikleri gibi görünen şeyler, doğada kaos gibi görünen her olay, aslında büyük bir düzenin ve dengenin parçasıdır. Volkanların patlaması, fırtınaların kopması ya da bir türün yok oluşu, ekosistemin kendini yenileme ve uzun vadeli uyum arayışının ifadeleridir. İnsan gözüyle dengesizlik gibi görünen bu süreçler, doğanın kendinden uyumunu ve sürekliliğini sağlama çabasını yansıtır. Bilindiği üzere bu denge, bizim sabırsızlığımıza ayak uyduramıyor. Doğa, kendi ritmini takip eder ve bizden o ritme uyum sağlamamızı bekler. Ama biz insanlar, sınırlı ömrümüz ve bireysel çıkarlarımızla bu büyük uyumu çoğu zaman göremeyiz. Bu yüzden kendimize sormamız gereken en önemli soru şu: Doğanın ritmini anlamak için ne yapıyoruz? Mikro düzeyde, örneğin bir yırtıcı hayvanın avını yakalaması acımasız görünebilir. Ancak bu durum, ekosistemin genel dengesini korumak için gereklidir. Makro düzeyde ise, dünya çapında iklim, su döngüsü ve karbon döngüsü gibi süreçler birbirini dengeleyen unsurlar olarak çalışır. İnsanlar genellikle kısa vadeli çıkarlarına odaklandıkları için doğanın uzun vadeli denge yaratma çabasını göremezler. Oysa doğa, milyonlarca yıllık bir süreçte kendiliğinden dengesine kavuşur. Örneğin, bir türün yok oluşu başka türlerin gelişimine olanak tanıyabilir.
Yaşamı terk etmek yerine, yaşamı yeniden yaratmanın yollarını aramak mümkün mü? Doğanın akışına kulak veren, onun sesini duyan bireyler olmayı seçebilirsek, gerçek uyumu bulabilir miyiz? Belki de bu uyum, sadece tabiatla değil, kendimizle ve birbirimizle olan ilişkilerimizde de yeni bir anlam kazanacaktır. Varlıkların sürekliliği içinde tabiatın denge içinde işleyecek bir düzeni yaratma eylemi sadece fiziksel bir süreç değil, aynı zamanda varoluşsal bir mesaj da taşır. İnsanlık olarak doğanın bir parçası olduğumuzu ve onun ritmiyle uyum içinde yaşadığımızda içsel anlamda bilgeliğe ulaşabileceğimizi hatırlatır. Doğa Ana bize yol gösteriyor; bir gözlemci olarak uyarılarını görüyorum. Ama bu yol, sabır ve sorumluluk gerektiriyor. Zamanı durduramıyoruz belki, ama yavaşlatabiliriz. Sadece bizden kaynaklanan tahribatları sonlandırarak, doğanın ritmiyle uyum içinde yaşamayı sürdürebiliriz; bununla birlikte sebep olduğumuz yıkımları telafi etmek de mümkündür. Peki, bu telafi için ne kadar istekliyiz? Gerçekten harekete geçmeye hazır mıyız?
Doğanın sesine kulak verenler, onun çığlıklarını duyabilenler hâlâ bir şeyler yapabilir. Doğa katliamlarına dur demek mümkün. Bu durum, doğanın değil; insanların da değişmesini gerektiriyor. Bu değişim, doğanın sesine kulak verenler için bir yerden başlamalı. Bu gezegen, sadece yaşadığımız bir yer değil; o, bizim hikâyemizin yazıldığı tek kitap. Sayfalarını yırtmak yerine, yaralarını onarmalıyız. Onu ölüme terk edemeyiz. Hâlâ çok geç olmadan, insanlık kendi hikâyesini yeniden yazabilir. Bir gözlemci olarak, bu gezegenin ölüme terk edilmesinin çözüm olmadığını biliyorum. Yaşamı terk etmek yerine, yaşamı yeniden yaratmanın yollarını aramalıyız. Geriye dönüş mümkün. Ama bu dönüş kolay olmayacak; zaman alacağı bir yana emek isteyecek. İnsanlık, her bir bireyin sorumluluk alması gereken bir eşiğe geldi. Bu gezegende tabiatın içinde bir bütünün etkili parçası olduğumuzu fark etmeliyiz.
Dalgıç, derinlerde yol aldıkça detayları görür, her bir hareketin döngüsel maksadını anlar. Doğayı anlayan bir gözlemci olarak, bu derinliklerden çıkarken bir şey biliyorum: Doğanın sözlerine yakın, uyum içinde yeni bir başlangıç yapmamız mümkün. Değişim ve dönüşüm bizleri yeni başlangıçların olduğu yeni ufuklara götürecektir. Sadece kulak vermekle... Doğanın sesine, onun çığlıklarına. Çünkü hâlâ, çok geç olmadan, Tabiat Ana ve hepimiz adına bir şeyler yapabiliriz. Bu sorularla dolu yolculuk, sorumluluğu almaya hazır olanların zamanı. Bu, doğanın uyumunu hissedenlerin zamanı. Ve bu, insanlığın kendi yaralarını sararak doğayla uyum içinde yaşayabileceği bir geleceğin başlangıcı olabilir. Son soru şu ki... Bu başlangıcı yapmak için daha ne kadar bekleyeceğiz?
Can Ezgin
Telif Hakkı Saklıdır
Yorumlar
Yorum Gönder