Günlerden bir gün, arkadaşım Bülent’in çalışma bürosuna ziyarete gittiğimde, masasının üzerinde duran yeni aldığı kitaplar gözümden kaçmamıştı. "Bu kitaplara bakmamda sakınca var mı?" diyerek Bülent’e dostça sormuştum. Bülent, “Hayır, yeni aldım. Az önce seyyar bir kitapçı gelmişti ve aradığım kitaplar elinde varmış, ondan almıştım,”
“Gerçekten mi? Bu kadar hızlı mı bulmuştun aradığın kitapları?” diye sormuştum, şaşkınlıkla.
Bülent, “Evet, neredeyse tam aradıklarımı buldum. O kadar ilgisini çekmişti ki, bana ne alacağımı sormaya başlamıştı. Sanırım o da kitaplarını iyi tanıyordu,”
“Evet, bazen öyle olur, insan bir kitapçıya rastlar, ama gerçekten farklı bir deneyim yaşarsınız. Yani, bu kitapçı da başkası gibi mi yoksa farklı bir özellik mi taşıyordu?” Dediğimde ilgim daha da artmıştı.
Bülent biraz düşünmüş ve sonra, "O kadar sıcak kanlıydı ki, kitapları anlatırken gözlerinde bir ışık vardı. Her birini sevgiyle sunuyordu. Gerçekten bu işi seviyor gibi görünüyordu,"
“Evet, bazen kitapçılar, sahip oldukları kitaplarla bir bağ kurar. Bu kitapların doğru kişiye gitmesi gerektiğini düşünürler...”
Bülent, “Evet, bana da öyle gelmişti. Kitapçı, ‘Kitaplar doğru kişiye gittiğinde, o kitaplar sahibini bulur,’ demişti. Gerçekten çok anlamlı bir söz...”
"Kesinlikle, kitapların bize sunduğu yolculuklar çok farklı olabiliyor. Her kitap, bir hayatın izlerini taşır," demiştim ve bir süre kitapları incelemiştik.
Bunun üzerine, “Az önce derken tahmini ne kadar zaman önceydi?” diye soracaktım ki, Bülent, “10 dakika olmadı,” demişti. O anda, oturduğum yerden bir ok gibi fırladığımı hatırlıyorum. Adeta yerimden fırlamıştım, gözlerimde bir telaş, kalbim yerinden fırlayacak gibi hızla çarpıyordu. Bürosundan aceleyle çıkmıştım; adımlarım o kadar hızlıydı ki, merdivenleri ikişer, üçer iniyordum, sanki zaman beni geride bırakmaya çalışıyordu. Hızla inen ayaklarımın sesinden başka hiçbir şey duymuyordum. Bir yarıştaymışım da bu yarışın tek bir amacı varmış; o kitapçıya yetişmek.
Merdivenlerden çıkıp dışarı adım attığımda, kalbim hala hızlı bir şekilde çarpmaya devam ediyordu. Caddenin ortasında birden duraksamıştım, gözlerimle kitapçının arabasını aramaya başlamıştım. Her geçen saniye, kitapçının kaybolan arabasını yakalama umudum biraz daha soluyordu. Etrafımda her şey yavaşlıyorsa da ben hâlâ kitapçının arabasını yana döne arıyordum. Gözlerim önümden geçip giden arabaların arkasına takılıyordu; nasıl geçtiğini anlamadığım o an gerçekten benim için önemliydi. İçimden bir ses, “Yetişmelisin, bu fırsat kaçarsa bir daha asla bulamayacaksın,” diyordu.
Bir yandan koşarak ilerlerken, kafamda tek bir düşünce vardı: Kitapçı! O kitapçı arabasını görmeliydim, ona ulaşmalıydım. Şehir meydanına doğru ayaklarım beni alıp götürürken daha da hızlanmış depar atıyordum. Artık düşünmektense sadece harekete geçiyordum. Koşmaya devam etmiştim, bir yandan da avazım çıktığı kadar bağırarak, “Duur! Duur!” diyordum.
Sesimi, benimle birlikte duyan seyyar kitapçı hariç başkaları vardı; civardaki esnaflar, iş yerlerindeki çalışanlar ve müşteriler anlam veremedikleri için şaşkınlıkla bana meraklı gözlerini dikmişlerdi. Herkesin bakışları üzerime kitlenmişken bir film sahnesinin içindeki oyuncu gibi bu filmin başrolündeydim. Sorgulayıcı gözlerin takibinde meraklı ve belki de biraz da şaşkınlık içinde bana bakanlar gittikçe hızlanan adımlarımın yanında silikleşiyordu. Aklımda, bir yandan da daha sonra bu garip durumu her şey sona erdiğinde nasıl açıklayacağımı düşünüyordum. İnsanlar bana bakarken, her birinin aklındaki soruları duyar gibi oluyordum. Zihnimde yankılanan o tek soru, "Bu adam neden bağırıyor?" diyordu. Ama ne söylesem de bu koşuşturmamın nedenini açıklamak zordu. Anlamsız gibi gözüken bu çılgınlığın bir amacı vardı. Sesimdeki boşluğu, kitaplarda yankı bulan anlam dünyaları ile doldurmaktı amacım. Net gibi duran bulanık düşüncelerimin arasında bir istediğim kesindi: O kitaplardaki anlam dolu sesleri duymak.
Tek düşüncem, “Her ne pahasına olursa olsun, o arabaya yetişebilmek düşüncesiydi!” Kitapçıya ulaşmak, sanki bir yaşam mücadelesi gibiydi; bu, her şeyin bir araya geldiği o ritmik anı yakalamaktı. Zihnimdeki tek ses, adımlarımı hızlandırmaya beni itiyordu. Etrafımdaki o bakışlar arasında akıllardaki sorular bir arka plandı; bu koşuşturma, kitaplara karşı duyduğum dostluğun bir parçasıydı.
Sonunda, seyyar kitapçı arabasını kenara çekip yavaşlayarak durmuştu. Bir an için zaman durmuş gibi hissetmiştim; kalbim hızlıca çarpmaya devam ediyordu ama her şey yavaşlıyor gibiydi. Bu fırsatı kaçırmamalıydım! “İşte beklediğim an!” diyerek, her zamanki sakinliğimi bir kenara bırakıp hızla yanına yönelmiştim. Arabasından inen kitapçı, iş hanına doğru gireceği sırada sesimi duymuştu. Bir anda duraklamış ve başını çevirmişti; gözlerimiz buluşmuştu. Gözlerimdeki heyecanı fark ettiğini düşünmüştüm. Bir an için birbirimize bakakalmıştık, aramızda bir sessizlik olmuştu. Ancak bu sessizlik, uzun bir bekleyişin sonunda nihayet bulduğum fırsatın verdiği coşku ve heyecanla bir anda çözülüp harekete geçmişti. Kitapçı, duraksamadan bana doğru adım atmıştı.
Ayaküstü bu sohbetin devam ettirilemeyeceğini anlayan kitapçı, beni bir çay ocağına çay içmeye davet etmişti. Bu içten ve anlamlı teklifi reddedemezdim. Hem de bir kitap tutkunu olarak, bu sohbetin daha derinleşmesini sabırsızlıkla bekliyordum. Çaylarımız gelmiş ve sohbetimiz başlamıştı. Kitapçı, İzmirli olduğunu, zaman zaman Ayvalık, Burhaniye ve Edremit bölgelerine uğradığını, burada da kitap satışı yaptığını ve bu işi büyük bir zevkle sürdürdüğünü paylaşmıştı. Kitaplarla olan ilgisi, işine duyduğu sevgiyle paralellik gösteriyordu.
Kitaplara olan merakım hakkında konuşmaya başlayınca, bu konuda bana katıldığını belirtti ve sevinçle bunu dile getirdi. "Kitaplar her zaman hayatımın bir parçasıydı," dedim. O anda, kitapçının bakışlarında bir ışık parladı ve sevincini yüzüne yansıtan bir gülümseme ile bana döndü. “Bunu çok iyi anlıyorum,” dedi, “kitaplar insanın ruhunu besler, ve bazen doğru kitap, doğru zamanla birleştiğinde hayatımızda bir dönüşüm yaratır.” Bu sözleri, benim de yaşamımda sürekli deneyimlediğim bir gerçeği doğruluyordu.
Sohbet ilerledikçe, kitapçı daha da samimi bir şekilde açıldı. Kitapları sadece satmakla kalmadığını, onlarla özel bir bağ kurmaya çalıştığını ve her bir kitapla yeni bir hikaye yaşadığını anlattı. “Her kitap bir yolculuk,” dedi. “Bazen insanlar kitapları aldıklarında sadece bir nesne satın almazlar, aslında bir yaşamı, bir düşünceyi ve duyguyu da edinmiş olurlar.” Bu etkili ifadeleri, beni derin bir düşünceye sevk etmişti.
Adının Bülent olduğunu öğrendiğimde, bir anda aklıma arkadaşım Bülent gelmişti. Aynı adı taşıyan birinin karşısında olmak, bana tanıdık bir samimiyet duygusu hissettirmişti. Bu düşüncelerle birlikte birden telefonum çalmıştı. Arayan kişinin Bülent olduğunu görünce, içimde küçük bir gülümseme belirmişti. Hemen telefonu açıp, "Bülent, burada ilginç bir tesadüf var, seni Cafer’in çay ocağında bekliyoruz..." Arkadaşım, biraz şaşkın ama mutlu bir şekilde, "Tabii, geliyorum," diyerek eklemişti: "Bir süre sonra yanınıza geleceğim, bu fırsatı kaçırmak istemiyorum." O anda, üçümüzün bir araya geleceği düşüncesi beni heyecanlandırmıştı. Hem aynı isme sahip iki kişiyle bir arada olmak hem de kitaplar hakkında bir sohbet yapmak fikri oldukça keyifli görünmüştü.
Biraz sonra, Bülent, ben ve kitapçı Bülent aynı masada oturmuş, kitaplar üzerine derin bir sohbetin içinde bulduk kendimizi. Kitapların dünyasına dalmışken, sohbetimiz oldukça akıcı bir hal almıştı. Kitapçı Bülent, satır aralarında hissettiği heyecanı paylaşmış; kitapların gizemli dünyalarını, satır aralarındaki anlamları keşfetmekten ne kadar keyif aldığını anlatmıştı. Ben ve Bülent, bu sohbete tam anlamıyla katılmıştık. Kitapların büyüsüne kapılmış, bir yandan da yeni keşifler yapıyorduk.
Sohbetin bir anında, seyyar kitapçı Bülent, elindeki bir kitabı masaya koyduktan sonra bana dönerek şu cümleleri söylemişti:
“Can, sen bir kitap dostusun; seyyar kitapçının arkasından koşan bir kitap dostu. Senin bu davranışının literatürde bir yeri yoktur, bundan kesinlikle eminim. Sevgili kitap dostu… Bu kitabı bugünün güzel anısı için lütfen kitap dostları adına kabul eder misin?”
Bu sözler, içimde bir sıcaklık uyandırmıştı. Bülent’in bana olan bu samimi yaklaşımı, kitapların yalnızca sayfalardan ibaret olmadığını, aynı zamanda dostlukların ve paylaşımların da bir aracı olduğunu hatırlatmıştı. Elimi uzatıp, kitabı kabul etmiştim. 'Tabii, kabul ediyorum,' demiştim. 'Bu hediye, sadece bugünün anısı değil, kitap dostluğunun da bir simgesi olacak.'
Bu sözler, sadece bir iltifat gibi değildi; bana kitapların evrensel diline dair derin bir anlayış ve bağlılık duyduğumu fark ettirmişti. Kitapçı Bülent’in bakışlarında, kitapların ruhuna sahip olan biriyle konuşuyormuşuz gibi bir izlenim vardı. O anda, kitaplarla olan bağımın sadece bir tutku değil, aynı zamanda bir yaşam biçimi olduğunu düşünmüştüm.
"Kitaplar, hayatımın her anına dokunan bir yol arkadaşıydı. Sadece okuduklarım değil, okuduklarımın bana kattığı düşünceler, duygular, hatta bazen bir sorgulama biçimi, hayatımı şekillendiriyordu. Dünyaya bakışımı değiştiren bir pencere açıyordu. Kitaplar, yalnızca bilgi kaynağı olmaktan öte, beni ben yapan, varoluşumu anlamama yardımcı olan bir araç haline gelmişti. Bu dünyada yaşarken, bir kitaba tutunmak, hem geçmişin izlerini hem de geleceğin olasılıklarını keşfetmek gibiydi. Kitaplar sadece bilgi aktarmıyor; bana bir hayatın anlamını, duygularını, düşüncelerini ve varlık biçimlerini sunuyordu.
Kitapçının hediyesi olan kitabı incelediğimde, üzerinde soluk bir yazı görmüştüm: 'Zamanın ve mekânın ötesinde, insanın ruhunu bulacağı tek yer: kitaplar.'
Bu alıntı, abartılı görünse de yaşadıklarımı ve o anki hislerimi tam anlamıyla yansıtıyordu. O an kendi kendime, 'Sevgili kitap dostum, bu hediye gerçekten çok değerli. Kitaplar, bizim gibi dostların ellerinde hayat buluyor,' diye düşündüm."
Can Ezgin
Telif Hakkı Saklıdır
Yorumlar
Yorum Gönder