Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Haziran, 2025 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

YAŞAM BİR SEVDADIR

Bu sevda öldürmez; yaşatır. Yaşam çoğu zaman bir mücadele gibi anlatıldı bize. Hayatta kalmak, kazanmak, direnmek... Oysa yaşamın kendisi bir sevda olabilir. Bir mücadele değil, bir bağ; bir sahiplenme değil, bir devamlılık. Ve bu sevda, insana yük değil, can verir. Çünkü insan, gerçekten yaşamaya ancak sevebildiği kadar başlar. İlk kalp atışını duyduğumuz anda başlar bu sevda. Henüz adını koyamadığımız bir sıcaklıkla. Karnında taşıyanın sessiz şefkatiyle. O anda anlamını bilmediğimiz bir his yerleşir içimize. Yaşam sadece sürüp gitsin diye değil, sevilerek yaşansın diye vardır. Bu sevda ne kıskanır ne bağırır. Ne sahiplenmeye çalışır ne hükmetmeye. Elini uzatır ama seni tutmaz. Yanında yürür ama seni geçmez. Bir annenin sessiz bakışında, bir dostun senin yerine ağlamasında, bir yabancının uzattığı yardım elinde bulunur. Yaşam bir sevdaysa, acı da onun içindedir. Ama bu acı, yok etmek için değil, büyütmek içindir. Bir çocuğun ilk düşüşü, bir vedanın sessizliği, bir şiirin eksik ka...

YALNIZLIKTA ÇOĞALANLAR

Dünyanın sesi öylesine yükselir ki, insan kendi içindeki sessizliği yitirir. Kalabalıkların içinde savrulurken, aidiyet arzusu kör bir tutkuya dönüşür. Fakat gerçek varlık, o karmaşanın dışında, sessizliğin kıyısında, kendi içine çekildiği anda başlar. Kendisiyle yüzleşen, o sessiz adımı atan kişi, hakikatin kapısını aralar. Geri çekilmek, yenilgi değil; çoğalmanın, varoluşun başlangıcıdır. Dış dünyadan uzaklaşıp sessizliğe çekilmek pek çok kez yanlış anlaşılır; eksiklik ya da hastalık gibi algılanır, bazen gariplik olarak damgalanır. Oysa bu içsel süreç, insanın evrenle sessiz bir diyaloga geçtiği, kelimelerin değil sezgilerin konuştuğu bir alandır. Sükunetin hareketinde çoğalmak, sanatçının eseriyle kurduğu diyalog gibidir: ego büyümez, aksine öz açılır. Kendi sesini keşfetmek için gereksiz yüklerden ve beklentilerden arınmak gerekir. İçe doğru genişlemek, egonun büyümesiyle değil, özün açılmasıyla gerçekleşir. Kişi, kendine ait olmayan yüklerden arınarak gerçek benliğe yaklaşır. Bö...

BARIŞ İÇİN SESSİZ ODAK, SAĞLIK ve ACİL SEFERBERLİK

Dünya , tarih boyunca büyük savaşların, göçlerin ve sosyal çöküşlerin ardından salgın hastalıklarla karşı karşıya kaldı. Çoğu zaman savaşların yıkıcılığı, geride kalan asıl tehdidin, yani çökmüş altyapıların, hijyen eksikliğinin ve sağlık sistemlerinin çöküşünün üzerini örttü. Salgınlar , savaşların görünmeyen yüzü oldu. 1347 yılında Avrupa’da yayılan ve Kara Ölüm olarak bilinen veba salgını, yetersiz temizlik, kötü yaşam koşulları ve yaygın yoksullukla birleşerek milyonlarca insanın ölümüne yol açtı. Orta Çağ Avrupa’sını kasıp kavurdu; fareler ve pireler aracılığıyla yayılan bu hastalık, savaşın yarattığı yoksulluk ve hijyen yetersizliğinin ölümcül birleşimiydi. Bu yalnızca biyolojik bir kriz değil, ihmalin ve yoksulluğun sonucu olarak şekillenen bir felaketti. 19. yüzyılda , Sanayi Devrimi ile birlikte kentler büyüdü, altyapılar bu büyümeye ayak uyduramadı. 1854 Londra kolera salgını, kirli içme suları ve kötü kanalizasyon sistemlerinin yarattığı bir sağlık kriziydi. Bu dönemde dokt...

SAVAŞA KARŞI BARIŞIN DİLİ

Ortadoğu… Haritalarda bir bölge adı gibi görünür, ama gerçekte insanlığın belleğinde derin izler bırakmış bir hatırlama biçimidir. Bu topraklar, sabah güneşini karşılamaktan çok, sırtına düşen bombaların gölgesiyle çaresiz kaldı. Aynı nehirlerden su içen, aynı yıldızlara bakan, aynı masallarla büyüyen halklar bugün birbirine sadece düşman olarak bakıyor. Savaş, bu coğrafyada ne ilktir ne de son olacak olandır. Ama her savaş bir çocuğun adını unutturur dünyaya. Bir annenin sesini siler, bir babanın ellerini suskunlaştırır. Zenginlik yerin altındadır ama yoksulluk gökyüzüne yazılmıştır. Petrol çıkar, su bulunmaz. Tanklar ilerler, çocuklar koşamaz. Silahlar konuşur, şairler susar. Ve en acı olan budur ki gözyaşları kuruyanlar insanlığın sesini artık duymuyor. Yas tutmak haber değeri taşımaz oldu. Ölüm, ekranlara sığacak kadar sıradanlaştı. Oysa bu topraklar yalnızca savaş üretmedi. Sümer tabletlerinin dile geldiği, Gılgamış’ın yürüdüğü, İbn Sînâ'nın şifa arayıcılığı, İbn Haldun’un d...

ZAMANIN KALP ATIŞLARI

Nükleer saldırı tehdidi ve havası, her zaman zihnimizin bir yerini kurcalıyor. Özellikle dünya ve canlılar, medeniyetler ve uygarlıkların düşünen insanları, bu tür savaşların büyük bir felakete yol açacağını biliyor. Bana göre, nükleer tehlikeden daha büyük ve daha derin bir süreç yaşanıyor. Bu süreci görmemizi istemeyen politikacılar, siyasetçiler ve diplomatlar, hep aynı eski hikâyeyi bize yeniden sunuyorlar. Çünkü bu tür korku ve endişe yayan haberler, asıl dikkate almamız gereken gelişmeleri perdelemek için kullanılan etkili ve vazgeçilmez taktiklerden biri. Neden böyle yapıyorlar? Çünkü zaman kazanmak ve oyunu sürdürebilmek istiyorlar. Ama artık eski oyunları tanıyoruz. Hafızamızda saklı kalan kayıp bilgileri yeniden hatırlıyoruz. O unutulmuş bilgeliği, taşların içinden, toprağın dilinden, rüzgârın uğultusundan okuyoruz. Çünkü biz unutmayanlardanız. Buğulu aynalarda kendimizi görebildik; gölgemize bakınca sorunun nereye ve nasıl baktığımızla alakalı olabileceğini kavradık.  ...

TANIKLIĞIN POLİTİKASI

Zamanın taşıyıcısı olarak insan... İnsanın kendine dair düşüncesi, çoğu zaman bir nehrin kıyısında bekleyen bir taş gibi, zamanın sularından geçerken şekillenir. Zaman dediğimiz şey, yalnızca saatlerle ölçülen, takvimlere bölünen bir unsur değildir; o, aynı anda hem bir duygu, hem bir ağırlık, hem de taşıması bazen imkânsız bir hatıradır. Kimi zaman bir çocuğun gözyaşında saklanır, kimi zaman yaşlı bir ağacın gövdesinde açar. Yeryüzünde nefes alan canlıların içine işler.                                                                      Şimdi içinde bulunduğumuz çağ —bu zaman gelgitleri— yalnızca insanlık için değil, tüm yaşam formları için, daha önce benzeri görülmemiş bir geçişe dönüşüyor. Artık hiçbir şey sadece insanın meselesi değil; çünkü insan, kendinden başka her şeyin de sorumluluğunu taşıdığını hatırlam...

YENİ GÜÇLER ÇAĞI: ESKİ OTORİTE İLE DİJİTAL DÜNYA ARASINDA

Los Angeles’ta sokaklar yine alev alev. Göçmenlik politikalarına tepkiyle başlayan gösteriler büyüyor. Taktik kıyafetli ajanlar, ses bombaları, sivil kargaşa… Trump ise alışıldık refleksiyle yanıt veriyor: Ordu. Bölgeye 2 bin Ulusal Muhafız gönderiyor. Otoritenin refleksi, bu çağda hâlâ aynı: Bastırmak, susturmak, hâkim olmak. Ama görünmeyen başka bir savaş var. Bu, sokaklardan çok daha derinlerde, dijital ağların içinde, bilinç akışlarında sürüyor. Bu yeni çağda gücün tanımı değişiyor. Artık sadece kim daha çok asker gönderdiğiyle değil,  bilgiye kimin sahip olduğu ,  algıyı kimim yönettiği ,  veriyi kimin okuduğu  ve  yurttaşlığı kimin dönüştürdüğüyle  belirleniyor. Elon Musk gibi figürler bu dönüşümü çok önceden sezdi. Onlar için artık devletler sınır değil; asıl güç, kullanıcı davranışlarında, veride, bağlantılarda. Bu yüzden büyük adımlar attılar. Dijital platformlar yalnızca iletişim değil, aynı zamanda yeni bir yurttaşlık alanı, yeni bir aidiyet ...

GELECEĞİN GÖRÜNÜMÜNDE: DEVLET, TEKNOLOJİ ve YENİ TOPLUMUN KIYISINDA

  21. yüzyılın ilk çeyreği , yalnızca teknolojik atılımların değil, aynı zamanda otoritenin, gücün ve meşruiyetin yeniden tanımlandığı bir geçiş evresine tanıklık ediyor. Bu değişimin en çarpıcı cephelerinden biri, devlet ile özel sektör arasındaki yeni ilişki biçimidir. Eskiden yalnızca ulus-devletlerin tekelinde olan, insanlık için kutsal bir hayal alanı sayılan  uzay , artık özel şirketlerin ellerinde yeniden şekilleniyor. NASA ya da Sovyet uzay ajansı gibi devlet kurumlarının yürüttüğü eski yarıştan, SpaceX gibi özel şirketlerin oyun kurucu olduğu bir döneme geçiyoruz. Bu geçiş yalnızca bir teknolojik sıçrama değil. Aynı zamanda insanlığın  iktidar tahayyülünü  yeniden kurduğu bir durumu işaret ediyor. Devletin –ve onu temsil eden siyasi figürlerin– özel girişimler üzerindeki gölgesi, bu yeni çağın ne denli kırılgan ve belirsiz bir zeminde yükseldiğini gözler önüne seriyor. Zira mesele artık yalnızca ekonomik değil;  yön verme kudretiyle  ilgili. Ya...

UMUT, BİZİM GİBİ İNSANLARDA SAKLIDIR

Kimi zaman insanlık, üzerine çökmüş bir gökyüzü gibi gelir. Haberler, yitirilenler, anlamını kaybetmiş kelimeler arasında savrulurken, dünya kendi hızında dönmeye devam eder. Ama biz, yani hisseden, sorgulayan insanlar, bir boşlukta asılı kalmış gibi hissederiz kendimizi. Ve tam da bu yerde, umut başlar. Sessiz, küçük ve dirençli bir kıvılcım gibi. Umut, çoğu zaman bir zafer çığlığı değildir. Daha çok, bir çocuğun gece lambasını söndürmeden önce gözlerini tavana diktiği o birkaç saniyelik sessizliğe benzer. O anda, bir bilinç uyanır. Korkuya rağmen, karanlıkta bir şekil, bir yön ya da bir ses aramaya başlar. İşte bizim gibiler tam o anlarda yaşar. Bizim gibiler yarayı görür ama kaçmaz. Kanı durduramasa bile, yaranın başında kalmayı seçer. Sadece ne olduğunu değil, neden olduğunu da sorar. Ve bu basit, neredeyse çocukça gelen soru, binlerce yıldır insanlığın yönünü belirler. Çünkü umut, bizim gibi insanlarda saklıdır. Hayal kurmak bizim için kaçış değil, gerçeğe yön vermek için yaptığım...