Dünyanın sesi öylesine yükselir ki, insan kendi içindeki sessizliği yitirir. Kalabalıkların içinde savrulurken, aidiyet arzusu kör bir tutkuya dönüşür. Fakat gerçek varlık, o karmaşanın dışında, sessizliğin kıyısında, kendi içine çekildiği anda başlar. Kendisiyle yüzleşen, o sessiz adımı atan kişi, hakikatin kapısını aralar. Geri çekilmek, yenilgi değil; çoğalmanın, varoluşun başlangıcıdır.
Dış dünyadan uzaklaşıp sessizliğe çekilmek pek çok kez yanlış anlaşılır; eksiklik ya da hastalık gibi algılanır, bazen gariplik olarak damgalanır. Oysa bu içsel süreç, insanın evrenle sessiz bir diyaloga geçtiği, kelimelerin değil sezgilerin konuştuğu bir alandır. Sükunetin hareketinde çoğalmak, sanatçının eseriyle kurduğu diyalog gibidir: ego büyümez, aksine öz açılır. Kendi sesini keşfetmek için gereksiz yüklerden ve beklentilerden arınmak gerekir. İçe doğru genişlemek, egonun büyümesiyle değil, özün açılmasıyla gerçekleşir. Kişi, kendine ait olmayan yüklerden arınarak gerçek benliğe yaklaşır. Böylece, kendi içine çekilebilen kişi, varoluşun davetini kabul etmiş olur. En yalın gerçekler, kalabalığın içinde değil, sessizliğin derinliklerinde yankılanır. Çünkü hakikat bir fısıltıdır; bağırmaz, zorlamaz, acele etmez. Onu duyabilmek için gereken sessizliği ancak derin bir sükunet sağlar.
Hayatın karmaşasında, satranç oyunu insanın kendiyle kurduğu en eski mücadele biçimini simgeler. Taş bir karar, hamleler bir olasılıktır. Dış dünyadan içe dönerken, kişi sadece rakibine değil, en çok kendine odaklanır. Sabır, dikkat, öngörü ve fedakârlık; hem satrançta hem içsel yolculukta önemli niteliklerdir. Bazen küçük bir piyonun ilerleyişi tüm krallığın kaderini belirler. İç dünyaya çekilmek, zor da olsa bazen bir veziri feda etmek gibidir; acı verir ama yeni yollar açar.
İnsanın aidiyet arzusu, güç ve zayıflık arasında ince bir çizgidir. Bir yere ait olmak isteği, kişinin kendini kaybetmesine de yol açabilir. Kendini sahiplenmek ve evrenle bağ kurmak ise gerçek aidiyetin temelidir. Toplum içinde kendine dürüst kalabilmek, en derin içsel pratiği oluşturur ve bu davranış, kişiye güç verir.
Bilgiyle dolan zihinler hakikate yaklaşmakta zorlanabilir. Oysa sezgiyle açılan bilinç, evrenin fısıltılarını duyabilir. Bu nedenle dışarıdaki yıldızlara değil, insanın içindeki küçük ışıklara odaklanmak gerekir. Bu içsel gözlem, gerçek anlamda bir kozmik keşiftir.
Zor ve karanlık zamanların içinde bile bir ışık vardır. Küçük bir içsel sessizlik evrende en çarpıcı sesleri yaratabilir. Çünkü her yıldız, karanlığın içinden doğar. İnsan da kendi içindeki karanlıkla yüzleşmeden gerçek ışığına ulaşamaz. İçindeki sessizliği onurlandıran kişi, kendi yıldızına dönük ışığı yaratır.
Barış, yalnızca dış dünyada değil, kişinin kendi iç dünyasında başlar. En büyük savaş, kişinin kendisiyle verdiği savaştır. Kendisiyle düşman olmayan kişi, gerçek barışı tanır. Kendi içine çekilip sevgi üretmek, evrenin bağışıklık sistemine katkı sağlar.
Tarih boyunca tanrılar ve mitler, insanın zaaflarının yansımaları olmuştur. Kıskançlık, öfke ve ihtiras gibi duygular, kültürlerimizin aynalarıdır. Yerinde olan davranış, bu hikayelerin dışına çıkıp kendi hakikatimizi inşa etmekte yatıyor. Kendi mitimizi sorgulamak özgürlüğün kapısını açar.
En derin bağlar, kelimelerle değil, paylaşılan sessizlikle kurulur. Kendi içine çekilmiş bir evren gibi kişi, sözcüklere ihtiyaç duymadan yaratılışın senfonisine eşlik etmeye başlar. Böylece yalnızlık, bölünmek yerine paylaşılan bir deneyime dönüşür.
İçe çekilmek köksüzlük değil; görünmeyen kökler aracılığıyla evrenle bağlanmaktır. Bu bağlar kimi zaman yalnızlıkta fark edilir, kimi zaman yaşam boyu gizli kalır. İçsel çoğalışı deneyimleyenler bilir ki, en eski dostluklar, bu görünmez köklerin sessizce birbirine dokunmasından doğar.
Can Ezgin
Telif Hakkı Saklıdır
Yorumlar
Yorum Gönder