Zamanın taşıyıcısı olarak insan... İnsanın kendine dair düşüncesi, çoğu zaman bir nehrin kıyısında bekleyen bir taş gibi, zamanın sularından geçerken şekillenir. Zaman dediğimiz şey, yalnızca saatlerle ölçülen, takvimlere bölünen bir unsur değildir; o, aynı anda hem bir duygu, hem bir ağırlık, hem de taşıması bazen imkânsız bir hatıradır. Kimi zaman bir çocuğun gözyaşında saklanır, kimi zaman yaşlı bir ağacın gövdesinde açar. Yeryüzünde nefes alan canlıların içine işler.
Şimdi içinde bulunduğumuz çağ —bu zaman gelgitleri— yalnızca insanlık için değil, tüm yaşam formları için, daha önce benzeri görülmemiş bir geçişe dönüşüyor. Artık hiçbir şey sadece insanın meselesi değil; çünkü insan, kendinden başka her şeyin de sorumluluğunu taşıdığını hatırlamalıdır. Ve bizler, bu gelişmelerin ortasında, gözlemci gibi görünsek de, bu tanıklığın yükünü omuzlayan varlıklarız.
Aslında aklımda henüz çok net bir durum yok. Kuracağım cümleler içinde belki benim fark edemediğim yanıtlar bulunabilir. Kendimden çok şu anda
dünyayı düşünmekle vaktim geçiyor. Çünkü birçok insana göre temel ihtiyaçlara
erişebiliyorum. Bu erişebilirlik, benim için olduğu kadar, bütün canlılar ve
insanlar için de önemli. Benim için “istikrar” ve “sürdürülebilirlik” yalnızca
konforla ilgili kavramlar değil; aynı zamanda etik bir bilinçle birlikte gelen
varoluşsal sorumluluklar.
Bu isteğimin gerçekleşmesi ya da gerçekleşecek
olması, günden güne gözümün önünde mum gibi eriyor. Geleceğe dair şunları söyleyebilirim: Önümüzdeki beş yıl içinde, benden önce, şu anki toplumsal ve ekonomik
sistemlerin değişeceğini hissediyorum. Bu değişim sırasında, ister istemez ben
de bir dönüşüme—belki de bir tür içsel erozyona—uğrayacağım. Bu toprak kayması
sırasında gözlerimi nerede açacağımı inanın kestiremiyorum. Eğer her şey
beklendiği gibi “soft” bir geçişle devam ederse, sevdiğim insanların, değer
verdiğim kişilerin bir adım daha yaşanabilir bir geleceği
kucaklayabileceklerini görebilmek, belki de tek amacıma dönüşecek.
Her şey küçülürken benim büyümeyi düşünmem biraz
bencillik gibi görünebilir. Ama belki de bu tam da büyümenin kendisidir: Kendi
benliğini başkalarının varoluşu içinde eritmeye gönüllü olmak. Şansım olursa,
bugünüm dünümden daha iyi olur.
Şunu ifade etmek istiyorum: Dünya gemisi su alıyor. Bu gemi nereye savrulursa, biz de o yöne doğru savrulacağız. Belki bir rotamız bile yok. Şansımız yaver giderse, bir sandal inşa eder ya da bir filika edinebiliriz. Asıl mesele, birlikte dünya gemisine dolan suyu tahliye etmeyi göze alıp alamadığımızdır.
Kendime zaman zaman acımasız sorular
soruyorum. Özellikle de, içimde bastırdığımı bildiğim bazı sorular var. Belki dışarıdan bakan birileri bunları fark etmiştir. Eğer öyleyse, bu
bastırdığımı sezdiğiniz soruyu sormaktan çekinmeyin. Çünkü sorulmamış hiçbir soru
gerçekten susmuş değildir. O sadece uygun zamanı bekliyordur. Ve bazı sorular
vardır ki, yanıt için değil, fark edilmek için vardır.
Zihnimi kurcalayan bir başka düşünce daha var:
anlamadan dönüştürmek mümkün mü? Hele ki içinde bulunduğumuz bu yüzyıl, birçok
şeyi içinde taşıyorken... Bu soruyu kendime sıkça soruyorum. Çözüm üretmek
için, talip olmak için, anlamakla yükümlü olduğumu hissediyorum. Ve belki de
bulunduğum konumdan daha farklı referanslara sahip olmam gerektiğini...
Bazen, bir sohbetin ortasında kendimi felsefi
bir kıyıda buluyorum. Başlangıçta konu sıradan görünebiliyor. Ama sonra fark
ediyorum ki, o sözlerin yapısında zamanla mekân iç içe geçiyor. O anlarda
düşüncemin kendisi çağlar boyunca yankılanıyor gibi geliyor bana. Lokal
görünümlü konuşmaların içinde, aslında insanın ortak duygulanımlarına
dokunuyorum. Bazen bir söz, çağları delip geçiyor. Bazen bir cümle, binlerce
insanın farklı zamanlarda yaşadığı ama aynı şekilde hissettiği bir şeyi açığa
çıkarıyor. Bu kesişme noktalarında kendimle karşılaşıyorum.
Belki de bu, derinliğin tanımıdır: Düşüncenin,
sadece bulunduğun anda değil, farklı dönemlerde, farklı coğrafyalarda var
olabilmesini fark etmek. Mekân ve olaylar değişse de, duyguların ortaklığı
sayesinde düşüncenin sürekliliği mümkün hale gelir. İşte bu yüzden, bazen
düşüncelerimde çağlar birbirine geçiyor. Kendi sözümde hem kendimi hem de
başkalarını bulabiliyorum.
Ve sanırım… Evet, geleceğim yerin
sınırındayım. Bundan sonrası gerçekten anlamsız bir boyut olurdu. Belki o
sınırda durup bir kez daha düşünmek gerek. Belki de bu yazı, tam orada
yazılmıştır: Ne geçmişin içinde hapsolmuş, ne de geleceğe aceleyle atılmış…
Sadece “şimdi”nin ciddiyetinde bir tanık olarak.
Can Ezgin
Telif Hakkı Saklıdır
Yorumlar
Yorum Gönder