21. yüzyılın ilk çeyreği, yalnızca teknolojik atılımların değil, aynı zamanda otoritenin, gücün ve meşruiyetin yeniden tanımlandığı bir geçiş evresine tanıklık ediyor. Bu değişimin en çarpıcı cephelerinden biri, devlet ile özel sektör arasındaki yeni ilişki biçimidir.
Eskiden yalnızca ulus-devletlerin
tekelinde olan, insanlık için kutsal bir hayal alanı sayılan uzay,
artık özel şirketlerin ellerinde yeniden şekilleniyor. NASA ya da Sovyet uzay
ajansı gibi devlet kurumlarının yürüttüğü eski yarıştan, SpaceX gibi özel
şirketlerin oyun kurucu olduğu bir döneme geçiyoruz.
Bu geçiş yalnızca bir teknolojik sıçrama
değil. Aynı zamanda insanlığın iktidar
tahayyülünü yeniden kurduğu bir durumu işaret ediyor. Devletin
–ve onu temsil eden siyasi figürlerin– özel girişimler üzerindeki gölgesi, bu
yeni çağın ne denli kırılgan ve belirsiz bir zeminde yükseldiğini gözler önüne
seriyor. Zira mesele artık yalnızca ekonomik değil; yön
verme kudretiyle ilgili. Yani bir varlık
biçimiyle.
Eğer bir başkan, kişisel hırslarını ya da
ideolojik gölgelerini yıldızlara uzanan bir projenin önüne koyabiliyorsa; orada
yalnızca bir şirketin kaderi değil, geleceği
tahayyül etme hakkı da sorgulanır hale gelir.
Trump’ın Musk’a karşı konumlandığı bu
çizgi, yalnızca iki figür arasında değil; iki dünya arasında açılmış bir
ayrışmanın ilk sarsıntısıdır. Bir tarafta geçmişe sadakatle, düzenin
sürekliliğine yaslanan devlet aklı; öte tarafta ise geleceği inşa etmeye
soyunan bireysel vizyon…
Burada sorulan soru artık sadece bir güç sorusu
değildir. Çok daha derin bir yankı taşır:
"Kim, ne adına geleceği
kurabilir?"
Kurumsal meşruiyet mi, yoksa düşlerin gücü
mü?
Seçilmişlerin yetkisi mi, yoksa sezgiyle yol alan yaratıcıların cesareti mi?
Bu çatışma, yalnızca yönetimsel bir
düzlemde kalmaz. Aynı zamanda bir toplum
modelinin sorgulanmasına dönüşür. Elon Musk, teknolojik vizyonu,
yapay zekâ yatırımları, Mars kolonileri hayali ve internet özgürlüğü
çağrılarıyla teknokratik
bir geleceği temsil ediyor. Bu gelecek, halkın oyu değil,
"nitelikli" olma iddiasıyla meşruluk kazanmayı hedefliyor.
Diğer yanda, Trump ve onun temsil ettiği
figürler, halk tabanına yaslanan popülist
bir modelin savunucusu. Bu modelde bilgi değil temsil gücü;
uzmanlık değil, hitabet belirleyici oluyor.
Ve şimdi, insanlık yeni bir yönelimde
duruyor:
"Geleceği kim şekillendirecek?"
Seçilmiş siyasetçiler mi, yoksa teknoloji devleri mi?
Bu sorunun en görünür hale geldiği
alanlardan biri de uzay
politikası. Devlet sınırlarının ötesinde bir alandan söz ediyoruz.
Uzayda kurulacak yeni yerleşimler, artık klasik siyasal sınırlarla değil;
teknolojik kudret ve ekonomik güçle şekillenecek.
Ve işte burada, şu soru kaçınılmaz hale gelir: Bu yeni yerleşimler kime ait olacak?
Bu, yalnızca mülkiyetle ilgili bir soru
değildir. Bu, gerçeğin ve gerçekliğin üretimiyle, aidiyetle, insanın evrendeki
yeriyle ilgili varoluşsal bir
sorgudur. Gezegen ötesi koloniler kurulduğunda, ulus-devletlerin sınır çizme,
yasa koyma, egemenlik kurma gücü yetersiz kalabilir.
Geleneksel devlet figürleri –örneğin Trump
gibi sembolik liderler– bu gelişmeleri bir tehdit olarak algılar. Ve bu tehdit,
yalnızca politik değil; onların temsil ettiği sistemin ve düzenin anlam
haritasını da aşar.
Ancak burada söz konusu olan, başıboş bir
özgürlük değildir. Aksine, sınırsızlığın içinde doğan yeni
bir sorumluluk krizidir. Bu yeni toplum biçimlerinde:
·
İnsan hakları nasıl tanımlanacak?
·
Hukuk kime bağlı olacak?
·
Yönetişim, yani birlikte yaşamanın ahlaki çerçevesi
nasıl şekillenecek?
Henüz ne yeryüzünde ne de hayal edilen
başka dünyalarda yanıt bulmuş değil.
Belki de bu yüzden
yaşananlar yalnızca bir yönetim krizi değil; insanın anlam arayışında bir
kırılmadır.
Kültürlerin, değerlerin ve varoluş
biçimlerinin çarpıştığı bir eşikteyiz.
Elon Musk, elinde kıvılcımlarla geleceğe
uzanıyor; bir çağdaş Prometheus gibi, yasaklanmış bilgiye ve yeni bir insanlık
tahayyülüne yöneliyor.
Trump ise geçmişin
kalıplarına yaslanan bir figür; düzenin ve sınırın muhafızı.
Ama mesele iki
figürün çatışmasından ibaret değil.
Bu, insanlığın
önünde beliren iki zaman akışının çarpışmasıdır: Biri bilinmeze açılan yaratıcı
sezgi, diğeri tanıdık olana duyulan güven.
Toplum, bu ikilik arasında bir yön arıyor.
Ya yıldızlara uzanan
sorumluluğu üstleneceğiz, ya da geçmişin konforunda kalacağız.
Asıl soru ise basit ama derin: Biz hangi insana dönüşmek istiyoruz? Ya yıldızlara doğru bilinmezle dolu bir yolculuk, ya da tanıdık dünyada kalmak pahasına özgürlüğün sınırlandırılması.
Ve şu soru, önsel görünümünü derinleştiriyor:
“Biz, nerede var olacağız?”
İleriye mi, geriye mi?
Merkeze mi, sınır ötesine mi?
Düşlere mi, nostaljiye mi?
İçinde bulunduğumuz bu kriz, bazıları için korkutucu
bir distopya, bazıları için ise umut
verici bir ütopya olabilir.
Ama ne olursa olsun, bu kriz yeni
paradigmaların doğum sancısıdır.
Ve artık tartışmamız gereken meseleler
şunlardır:
·
Kurumların
özerkliği ne kadar güvence altında?
·
Devlet
ile özel sektör arasında sağlıklı bir denge kurulabilir mi?
·
Geleceğin
dünyası teknoloji mi, temsil mi ekseninde kurulacak?
·
Yeni
topluluklar, sınır ötesi aidiyet biçimleriyle nasıl var olacak?
Bu sorular, yeni çağın yapıtaşlarıdır.
Bu çağda yalnızca teknoloji değil, insan
anlayışı, ahlaki
değerlerin yönü ve düş
gücü de yeniden canlanmalıdır.
Can Ezgin
Telif Hakkı Saklıdır
Yorumlar
Yorum Gönder