Dünya, tarih boyunca büyük savaşların, göçlerin ve sosyal çöküşlerin ardından salgın hastalıklarla karşı karşıya kaldı. Çoğu zaman savaşların yıkıcılığı, geride kalan asıl tehdidin, yani çökmüş altyapıların, hijyen eksikliğinin ve sağlık sistemlerinin çöküşünün üzerini örttü. Salgınlar, savaşların görünmeyen yüzü oldu. 1347 yılında Avrupa’da yayılan ve Kara Ölüm olarak bilinen veba salgını, yetersiz temizlik, kötü yaşam koşulları ve yaygın yoksullukla birleşerek milyonlarca insanın ölümüne yol açtı. Orta Çağ Avrupa’sını kasıp kavurdu; fareler ve pireler aracılığıyla yayılan bu hastalık, savaşın yarattığı yoksulluk ve hijyen yetersizliğinin ölümcül birleşimiydi. Bu yalnızca biyolojik bir kriz değil, ihmalin ve yoksulluğun sonucu olarak şekillenen bir felaketti.
19. yüzyılda, Sanayi Devrimi ile birlikte kentler büyüdü, altyapılar bu büyümeye ayak uyduramadı. 1854 Londra kolera salgını, kirli içme suları ve kötü kanalizasyon sistemlerinin yarattığı bir sağlık kriziydi. Bu dönemde doktor John Snow’un yaptığı çalışmalar, hastalığın su kaynaklarından yayıldığını ortaya koyarak modern epidemiyolojinin temelini attı.
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından patlak veren 1918 İspanyol Gribi, 50 milyondan fazla can aldı. Siperlerden dönen askerlerin taşıdığı virüs, yıpranmış sağlık sistemlerinin ve toplumların üzerine yeni bir felaket getirdi. İkinci Dünya Savaşı sonrası Berlin’de altyapının yıkılması, tifüs ve dizanteri gibi hastalıkların yayılmasına neden oldu. 1994 Ruanda soykırımı sonrası yaşanan sağlık krizi, savaşın doğrudan sonuçlarının insanlığın temel hakkı olan sağlığa nasıl saldırdığını gözler önüne serdi.
Modern zamanlarda ise 2003 SARS salgını, küresel hareketliliğin ve uluslararası iş birliğinin yetersizliğinin nelere yol açabileceğini gösterdi. Ve 2020 COVID-19 pandemisi, sağlık sistemlerinin ne denli kırılgan olduğunu, aşı dağıtımındaki eşitsizlikleri ve siyasi engelleri acı bir şekilde ortaya koydu.
Bugünse savaşlar, göçler, iklim değişikliği ve altyapı çökmeleri bu tarihi deneyimlerin üzerine yeni sorunlar ekliyor. Kirli sular, çalışmayan kanalizasyonlar, kontrolsüz fare ve sıçan nüfusu salgınların kapısını aralıyor. Hastalıklar, sınır tanımıyor. Kağıtlara çizilen çizgiler, mikropları durduramıyor; savaşlarla güçlenen sınır hatları, çöküşe yaklaşan sağlık sistemlerini ayakta tutamıyor.
Gerçek güvenlik artık tankların gölgesinde değil; içilen her yudum temiz suda, çökmeyen altyapılarda, ulaşılabilen sağlık hizmetlerinde aranmalı. Bugün insanlık için zorunlu olan, küresel ölçekte bir sağlık seferberliğidir. Çünkü bir ülkenin sağlığı, diğerinden bağımsız düşünülemez. Mikroskobik bir tehlike, ulusların duvarlarını aşarken bize şunu hatırlatıyor: kaynaklar paylaşıldıkça çoğalır, dayanışma kurudukça bedenler soluklaşır. Sağlık artık bir ülkenin değil, bütün bir insanlığın sınavıdır.
Bu çağda dayanışma, yalnızca aşıların ya da ilaçların bir yerden bir yere taşınmasıyla sınırlı kalamaz. Gerçek bir dayanışma, insanlığın yoksul, yıkılmış ya da terk edilmiş bölgelerinde yeniden nefes alabilmesini sağlamalıdır. Sağlık, sadece bir tedavi meselesi değil; bir yaşam hakkı, bir varoluş onurudur. Bu nedenle özellikle savaşlardan sonra ulaşılabilir noktalarda, krizle yoğrulmuş coğrafyalarda, hızlıca kurulabilecek sağlık istasyonları birer hayat çadırı gibi düşünülmelidir. Bu noktalar, sadece bedenleri değil, insan onurunu da iyileştirmelidir. Yerel halkların bilgilendirilmesi, hijyenin bir lüks değil bir temel ihtiyaç olduğu bilinciyle donatılması, her önleyici adımın bir salgını engelleyebileceği gerçeğiyle desteklenmelidir. Bilgi burada en büyük aşımızdır.
Unutmamalıyız ki, temiz su bir tercih değil; doğrudan doğruya bir insan hakkıdır. Kanalizasyon sistemleri, yalnızca modernliğin göstergesi değil, insan sağlığının görünmez sınır muhafızlarıdır. Göçle büyüyen kentler, çatışmaların enkazı altında kalan şehirler... Bu alanlarda altyapının yeniden inşası artık ertelenemez bir sorumluluktur. Çünkü yalnızca yollar değil, yaşama hakkı da onarılmayı bekler. Atıkların doğru yönetilmesi, haşerelerin kontrol altına alınması yalnızca bir çevre meselesi değil, doğrudan halk sağlığının korunmasıdır. Dünya iklimle birlikte değişiyorsa, insan eliyle kurulan yapılar da bu değişime dirençli hâle getirilmelidir. Zira sel ya da kuraklık gibi doğal afetler, hazırlıksız yakalanıldığında bir sonraki salgının ilk habercisi olabilir.
Bununla birlikte, yeryüzünün farklı noktalarında aynı anda kıpırdanan hastalık belirtilerini, insanlık artık gözden kaçırmamalıdır. Küresel salgınları izleyen ağlar, bir çocuğun öksürüğünde, bir mahallenin sessizleşen sokaklarında, bir ülkenin kayıtlarında beliren ilk sinyali hızla duymalıdır. Erken uyarı artık bir tedbir değil, ortak vicdanın refleksi olmalıdır.
Bu noktada dijital altyapılar, yapay zekâ sistemleri, büyük verinin sessiz haritaları birer imkândır. Ancak unutulmamalıdır ki amaç algoritmalar değil, hayat kurtarmaktır. Teknoloji bir araçsa, yönü insan kalbine dönük olmalıdır.
Ve belki de en önemlisi, bilgi tutsak edilmemelidir. Serbestçe dolaşmalı; sınır, bayrak, çıkar tanımadan, insan eline ulaşmalıdır. Çünkü bilgi, zamanında ulaşırsa ilktir, geç kalırsa kayıptır.
Ve artık zaman kaybetmeden, küresel bir farkındalıkla, bulaşıcı hastalıkların ön tespiti için bu sistemler kurulmalıdır.
Tüm bu çabanın politik dilde karşılığı ise sağlık diplomasisidir. Silahlarla çizilmiş sınırların ötesinde, yıkılmış şehirlerin içinde, barışın yeniden inşası sağlıkla başlar. Hastaneler, klinikler, sağlık çalışanları ve barış tesisi yapılırken aynı masada oturmalı, aynı hedefe yürümelidir: yaşanabilir bir dünya, onarılan bir beden, onurlu bir yaşam.
Toplumsal dayanışma ve katılım ise bu seferberliğin kalbidir. Halk, sağlık politikalarına aktif olarak katılmalı, topluluk temelli programlar desteklenmeli, hassas grupların sağlık hizmetlerine erişimi öncelik hâline getirilmelidir.
Artık silahlanma yarışı değil, sağlık altyapısı yarışı ön planda olmalıdır. Güvenlik kavramı savaş alanlarından hastane odalarına taşınmalı; “güvenlik” sadece devletlerin değil, insanlığın ortak varlığı olmalıdır.
Dünyanın dört bir yanında eş zamanlı yükselen sağlık krizleri, göçlerle sarsılan topluluklar ve iklimin öfkeli değişimi artık olağan bir durumun parçası değil; bu çağın en acil yönüdür.
Bu yaşadıklarımız bir geçiş dönemi değil; insanlığın birlikte içine doğduğu ve taşıdığı bir süreçtir. Bu çağın gerçeği budur. Alışmak değil, insanlık ile geleceğimiz için gerekli olana yüzümüzü dönmeliyiz artık.
Gelişimi sadece büyüme rakamlarında, borsa endekslerinde, kalkınma planlarında aramak eksik bir bakıştır. Asıl gelişim, bir çocuğun susuz kalmaması, bir yaşlının derdine derman ararken yollarda tükenmemesi, bir toplumun salgın karşısında sahipsiz bırakılmamasıdır.
Gerçek ilerleme, sağlam temeller üzerine kurulmazsa uzun sürmez. O temeller ise sağlıkla atılır. Sağlıklı bir toplum, yalnızca kendi varlığını değil, yanındakini de gözetir. Çünkü sağlık, ne bir pasaporta bakar ne de bir haritada sınır arar; o, insanın insanla birlikte yürüdüğü bir yoldur.
Şu an odaklanmamız gereken şey, toprağı kana bulayan savaşlar değil, henüz başlamadan durdurulabilecek salgınlardır. Barış, artık yalnızca bir ideal değil; sağlıklı bir yaşamın önkoşuludur. İnsanlığın bağışıklığı, yalnızca tıpla değil, insanın insana duyduğu sorumlulukla güçlenir.
Bugün karşı karşıya olduğumuz asıl güvenlik açığı, gökyüzünde uçan bombalarda değil; susuz bırakılmış sokaklarda, çöken sağlık sistemlerinde, sesi duyulmayan bedenlerin sessizliğinde büyüyor.
Artık bir tercih değil, bir zorunlulukla karşı karşıyayız: sağlık seferberliği, insanlığın ayakta kalabilmesi için ertelenemez önceliğimiz olmuştur .
Ve şimdi, barışın odağındaki sese kulak verme zamanı.
Silahlarla değil, yaşatma iradesiyle konuşulmalı.
Can Ezgin
Telif Hakkı Saklıdır
Yorumlar
Yorum Gönder