Ana içeriğe atla

SAVAŞA KARŞI BARIŞIN DİLİ

Ortadoğu… Haritalarda bir bölge adı gibi görünür, ama gerçekte insanlığın belleğinde derin izler bırakmış bir hatırlama biçimidir. Bu topraklar, sabah güneşini karşılamaktan çok, sırtına düşen bombaların gölgesiyle çaresiz kaldı. Aynı nehirlerden su içen, aynı yıldızlara bakan, aynı masallarla büyüyen halklar bugün birbirine sadece düşman olarak bakıyor. Savaş, bu coğrafyada ne ilktir ne de son olacak olandır. Ama her savaş bir çocuğun adını unutturur dünyaya. Bir annenin sesini siler, bir babanın ellerini suskunlaştırır.

Zenginlik yerin altındadır ama yoksulluk gökyüzüne yazılmıştır. Petrol çıkar, su bulunmaz. Tanklar ilerler, çocuklar koşamaz. Silahlar konuşur, şairler susar. Ve en acı olan budur ki gözyaşları kuruyanlar insanlığın sesini artık duymuyor. Yas tutmak haber değeri taşımaz oldu. Ölüm, ekranlara sığacak kadar sıradanlaştı.

Oysa bu topraklar yalnızca savaş üretmedi. Sümer tabletlerinin dile geldiği, Gılgamış’ın yürüdüğü, İbn Sînâ'nın şifa arayıcılığı, İbn Haldun’un düşüncelere daldığı, Mevlânâ’nın semaya döndüğü bu yer, ateşin ve ışığın yükseldiği yerdi. Fakat insan, ışığı unutmaya meyillidir. Ve karanlığa alışmak, gözleri değil; ruhları, insanın ince duygularını kör eder.

Ortadoğu’daki savaşlar yalnızca toprak çatlağı değil, zamanın içinde açılan yaralardır. Bugün yaşanan ise geleceği durdurmak isteyenlerle onu ateşe vererek yeniden kurmak isteyenlerin çatışmasıdır.

İsrail, kendini sürekli bir tehdit haritası üzerinde var etmeye çalışır. İran, bu haritayı silmeye değil, onu aşmaya çalışır. Yıllardır beklenen bu hamle şimdi yapılmıştır. İsrail için bu savaş bir “önleyici kehanet”tir: “Eğer şimdi durdurmazsak, zaten sonra olmayacağız.” İran içinse bu, “gecikmiş bir hesaplaşma”: “Zaten gelecekti, sadece şimdi gelmesi bizim sabrımızı gösteriyor.” İki taraf da saldırgan tutumuna karşılık savunmadadır. Ve her biri yalnızdır ama milyonları arkasında sürüklemektedir.

Çünkü Ortadoğu’da savaş, devletlerin değil ideolojilerin çatışmasıdır. İdeolojiler gerçekleri değil, korkuları büyütür. Ve bu savaşın toprakla değil, zamanla bir derdi vardır. Biri geleceği dondurmak, diğeri onu ateşte doğurmak ister. Bizse bu karanlık doğumun tanıklarıyız.

Bazı devletler haritalarda değil, çığlıklarda yaşar. Yahudi halkı, tarih boyunca uğradığı ayrımcılık, sürgünler ve soykırımlarla insanlığın vicdanına kazınmış büyük bir çığlığın taşıyıcısıdır. İsrail, işte bu acılarla şekillenen bir varoluş iddiasıdır. Yokluğun, yalnızlığın ve sürekli dışlanmanın içinden doğmuş; tehditleri sadece bugünde değil, gelecekte de arayan bir hafızayla var olur. 

Düşmanlarını seçmeden, kendi zihninin kıyısında inşa eder onları: İran, Hamas, Hizbullah… İsrail için tehdit, yalnızca bugünün füzeleri değil, yarının ihtimalleridir. Bu korku, kibir ve yalnızlık üretir. Barışı ister gibi görünür ama barış, onun için bir ödül değil, zaferle hak edilen bir sonuçtur. Savaşmadığı bir şeyi güvenli bulmaz. Ve der ki: “Ben yaşamalıyım, ne pahasına olursa olsun.” Bu cümlenin içinde en büyük felaket saklıdır : “Ben yaşamalıyım” demek, “Sen yok olmalısın” dediğinizde, barış zaten ölmüştür.

Peki ya biz? Haritaların dışında kalan, olan biteni izleyen, anlamaya çalışan ama çoğu zaman suskun kalmayı güvenlik sanan biz? Biz ne yapıyoruz? İnsanlığın geleceği adına sustuğumuzda kimin savaşını meşrulaştırıyoruz?

Filistin, Ortadoğu’nun vicdanıdır. O topraklar yalnızca sökülen zeytin ağaçları değil; yaralı insanların sözleri, yarım duaları, yıkılmış evleri, suskun çocukları taşır. Ne süper güçtür ne ordusu vardır. Ama en ağır sessizliklerin ve en büyük suçlamaların ortasında yaşamaya devam eder. İsrail konuşur, İran cevap verir. Dünya onların arasında gider gelirken Filistin hep kadrajın dışında kalır. Savaşın merkezi olmaktan çıkmış olsa da, şiddetin getirdiği yıkım ve acı günbegün kök salmaya devam ediyor. Filistinli için savaş, dava ya da güvenlik sorunu değil; parçalanan bir hayatın adıdır. Onun dili lal olmuş; acı duvarlara yazılmış, yüzlerde gezinmiş ve sessiz diyarlara gömülmüştür. Herkes onun adına konuşur, fakat dayanılmaz kayıp ve acılara ne kadar dayanılacaktır?

Filistin, bir trajediden fazlasıdır. O, herkesin kendi gerçeğinden kaçarken öne sürdüğü bir aynadır. O yüzden kimse ona gerçekten bakmak istemez.

Barış… Ne kadar ötelenmiş, yalnız bırakılmış, dillerde yalanlanmış olsa da, içimizdeki özlemdir. Bu savaş tek güç etrafında yükselme çabası sürdüğü sürece ateş kes, hep gecikecek. İsrail’in tehdit algısı sürdükçe, tehditler de sürecek. Bu anlayış iki tarafı da tüketecek. Ve sonunda belki de bir “zorunlu barış” gelecektir. Ama bu, sahici bir el sıkışması olmayacak. Gösterişli, zaman kazandıran, yüzeysel bir yakınlaşma olacak.

Gerçek barış; varoluşsal bir zemine oturduğunda mümkündür. Dünya büyük bir felaket yaşamadıkça, bu geleceğe dahil umutlarımız kolay kolay gerçekleşmeyecek gibi görünüyor. Bugün barış, zayıflık gibi algılanıyor. Oysa en büyük cesaret, insan olduğumuzu idrak edebilmektir. Vicdan terazisi sadece güçlünün elinde değildir. Ve en büyük umut, umutsuzluğa rağmen yürümeye devam etmektir.

Dünyanın kalbi bir ritim bozukluğu yaşıyor. Biz bu bozukluğu duyanlarız. Sebebini bilmesek de hissediyoruz. Bu yüzden kendimiz gibi yaşamak istiyoruz. Barış seferberliği, sevginin diliyle yürüdüğünde, bu ritmi yeniden kurabilir.

Önce kendimizle barışmalıyız. Geçmişiyle yüzleşmeyi düşünmeyen, uzlaşmaya yakın durmayan insan; geleceği de hep bir tehdit algısıyla yaşar. Geçmişiyle barışanları yolundan döndürmek isteyenler oldukça, insanların çoğu sevgiye ve anlayışa mesafeli duracaktır.

Mahatma Gandhi, Nelson Mandela… Çağımızda gerçek bir barış elçisi göremiyoruz. Bu sorumluluk artık bireylerin, sanatçıların, aktivistlerin omzunda. Onlar da yeterli değil belki. Yine de aydınlığı düşünmeye devam etmek zorundayız.

Çünkü barış; sadece savaşın bitmesi değil, içimizdeki korkularla ve öfkelerle barışmaktır. Bu sevgi ve anlayış ışığı, en yorgun kalplerde bile filizlenebilir.

Biz yorgunuz ama pes etmiş değiliz. Umut hâlâ mümkündür. Bir adım at; ne kadar küçük olursa olsun. Çünkü o adım, yeni bir başlangıcın sesi olabilir.

Barış, umudu hiç kaybetmeyenlerin mücadeleci ruhudur. Hadi yürüyelim; yavaş ve kararlı adımlarla.

Can Ezgin

Telif  Hakkı Saklıdır



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

DEMOKRASİ İÇİN KİLİT UNSURLAR

Basın, kamusal alanda doğru bilgiye erişimi sağlayarak demokratik süreçlerin sağlıklı işleyişi için kritik öneme sahip toplumsal bileşendir. Özellikle toplumsal ya da politik krizlerde basın, kamuoyunu bilgilendirerek halkın doğru kararlar almasına yardımcı olur. Basının özgürlüğü, demokratik değerlerin korunması ve halkın bilinçli bir şekilde kararlar alabilmesi için temel bir hak olarak kabul edilir. Ancak, basın mensuplarının hatalı haber yapması durumunda dahi onları suçlamak ve hedef göstermek, demokrasiyi tehdit eder. Basına yönelik suçlamalar, yalnızca basının özgürlüğünü sınırlamakla kalmaz, aynı zamanda halkın özgürce bilgi edinme hakkını da engeller. Bu nedenle, basın mensuplarına yönelik baskılar, hem toplumu bilgilendirme işlevini zedeler hem de demokratik süreçleri tehlikeye atar. Bağımsız ve demokratik toplumlarda, gerçek suçlular adalet önüne çıkarılmalıdır. Toplumları yönetenler ve güç sahipleri, hukukun üstünlüğüne saygı gösterdiklerinde ve suçlular adil bir biçimde y...

BERMUDA ŞEYTAN ÜÇGENİ'NDE DENGE KÖŞE

Masanın ortasında üç büyük harita yer alır: Ukrayna, Ortadoğu ve Güney Asya.  Ortadoğu’daki çatışmalar ve Güney Asya’da patlak veren Hindistan ile Pakistan arasındaki savaş, küresel krizlerin oluşturduğu Bermuda Şeytan Üçgeni'nin son köşesini tamamlar. Bu jeopolitik üçgen, çatışma ve belirsizliklerin merkezi olarak adlandırılmıştır. Diğer gölgede, Güney Asya haritası odanın karanlık ve belirsiz bir noktasında durur; Ortadoğu'nun haritası ise biraz daha belirgindir. Bir perde, arka planda denizlerin gümbürtüsünü ve uğuldayan rüzgârı temsil eder. Kapıdan içeriye, zaman zaman bir kâhin ya da bir anlatıcı gibi bir figür girer. Anlatıcı (derin bir sesle): Bermuda Şeytan Üçgeni’ne adım atıyoruz… Fırtınalar arasında kaybolan gemiler gibi... Bir yanda Ortadoğu'nun kudretli, yakıcı sıcaklığı, diğer yanda Ukrayna'nın fırtınalı kışı… İki köşe, her biri farklı bir dünya, farklı bir zaman dilimi... Ama hepsi bir şekilde birbirine bağlı. Denge, her iki köşede de bir sırrı barı...

BERMUDA ŞEYTAN ÜÇGENİ: DÜNÜ VE BUGÜNÜ

Dünya bazen karmaşık bir labirent gibi hissettirir. Ülkeler ve insanlar, çıkar çatışmalarının ve tarihsel yaraların ortasında savrulurken, sanki görünmez bir güç bu karmaşayı daha da derinleştirir. Bugün dünya, yeni bir Bermuda Şeytan Üçgeni'nin kıskacında. Bu üçgenin köşeleri; Avrupa'da Ukrayna Savaşı, Ortadoğu'da bitmek bilmeyen çatışmalar ve Asya'da Hindistan ile Pakistan arasındaki gerilimle şekilleniyor. Bir yanda toprağın, diğer yanda inancın, öte yanda ise kimliğin savaşı... Hepsi bu üçgenin içine çekiliyor.  Tarihsel Arka Plan: İmparatorlukların Çöküşü ve Modern Bermuda Bu çatışmaların köklerini, imparatorlukların çöküşünde buluyoruz. Avrupa’da çatışma kökenleri, Osmanlı, Avusturya-Macaristan ve Rus İmparatorluklarının yıkılışıyla şekillendi. SSCB'nin dağılması, Ukrayna krizine zemin hazırlayan sınır ve kimlik sorunlarını derinleştirdi. Ortadoğu ise kolonyal mirasın yükü altında kaldı. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ve Batılı güçlerin müdahaleleri, etnik v...