Ana içeriğe atla

Kayıtlar

DÜŞLERİN SPEKTRUMU

Bu şarkım senin için, kanatlarına dolan rüzgâr olsun. Kendini arayan yitik ruhlarla karşılaştım; onların sessiz çığlıklarına kulak verdim. Acıları, hüzünleri, kayıpları benimle kaldı. Onlara sevginin dilini fısıldadım; şarkılarla, şiirlerle, ruhumuzun ezgisini hayata taşıdım. Kitaplarımda, yazılarımda yaşayan binlerce insan var, sevgili dostum. Kimse tam anlamıyla kendi olamıyor; sadece kendini buluyor. Ruhum bir kuşun tüyleri gibi ışığın içinde dans ediyor, rüzgârlarla konuşuyor, sevgiyle süzülüyor. Kendimi akışa bırakıyor, özgürce uçuyorum. Ruhum böyle, dostum; hayatın imzasını taşıyor. Zamanın ve saatin sabitliği yok; her şey mevsimlerin, anların ve yaşına göre şekilleniyor. Bu kalp bir gün duracak, bu yürek bir gün susacak. Geride yalnızca başka kuşların kanatları ve ışık dansları kalacak. Hayatın imzasını taşıyan bir kuş, yere çakılacağı ana kadar gökyüzünün enginliğinde süzülür. Bir saniye içinde bir dünya, bir evren gizlidir; bu görüş kuşun bilgeliğiyle alakalıdır.    Z...

DÜŞ BAHÇESİ ve ÇİTLERİ

Düşlerin içinde yaşadığını bilen bir insanın ruh hâli nasıl olurdu? Düşleriyle gerçeğe dokunan, hatta gerçekleri yarattığı an bunu kavrayan kişi, neye dönüşmüş olurdu? Antik Helen uygarlığında bile böylesine bir varlığa tanrı payesi verilmiş midir? Belki de bir şeyin gerçek olması için yalnızca düş kurmak gerekmez. Gerçek ile düşler arasında kurulan bir köprü, ortaya çıkan hakikati her insana farklı gösterir. Başkaları için gerçek olan şey, belki de yalnızca bir düş dünyasıdır. İnsanlar bu düş-gerçekliğin içinde yaşarken, kendi duygularının ve düşüncelerinin etkilerini çoğu kez fark edemezler. Mitolojiler de bu fark edilemeyenleri abartılı hikâyeler yoluyla hatırlatır. Bazen insan sadece “haber alır”. İlk bakışta bu abartılı görünebilir. Oysa insanlar birbirleriyle ilişki kurarken farkında olmadan sürekli bir savunma içindedirler. Bu savunma, duygusal fırtınalarla örülür. Çoğu zaman, insanın kendince korumaya çalıştığı şey aslında içindeki eski, çocukluk hâlidir. Sosyal ilişkiler, m...

DAHİLİ KUZGUN

Kuşlar yüreğine güvenir. Kuzgun zamanı taşır; kanatlarında geçmişin izleri, geleceğin bekleyişi vardır. Üzülüyorum, dostum. Beni tanımayanlar, içimdeki kuzguna taş atıyor. Farkında değiller. Onu uyandıracaklar diye çekiniyorum; kuzgun, keskin bakışları ve muazzam enerjisiyle zamanı yarıyor, büküyor, dönüştürüyor. Görmezden gelenler… Toylukları sebebiyle kendilerini maddi ve nüfusça güçlü sanan tanıdıklarım… İçimdeki kuzgunu sezdikleri için ruhumu sindirmeye çalışıyorlar. Bilmiyorlar; Albatros bile bilmiyor. Görüş alanımı daraltsalar da, bakışlarımı onlardan kaçırmam mümkün değil. Kuzgunun gözleri her şeyi görüyor, zamanın akışını fark ediyor. Bu durum beni endişelendiriyor. İçimdeki kuzgun, hep koruduğu, kanat germiş olduğu halde tanıdıklarım onu artık yanlarına almıyor. Onlar egolarına her şeyi kurban ettiler, kalplerini kuruttular. Kuzgun bu adamsendecilikler sebebiyle yanlarında uçmak değil gökyüzünde kaybolmak istiyor; zarar vermemek için duymamak istiyor. Onların yazgılarını, niy...

ÖLÜMÜN KANATLARI ve DÜŞ BAHÇESİ

İnsanlar bilmiyor, birbirlerine haksızca dokunuyorlar. Kabullenemeyişin, oyalamanın ve saplantıların ağırlığı var üstlerinde. Oysa midem bulanıyor bu hengâmede. İyi olan bir insan ya da canlı, bir an içinde kötüleşiyor; gözlerine öyle yansıyor. Hırslarının karanlığında dünyaları kararırken, iyilere kötü diyorlar. Görmüyorlar, varsa yoksa kendileri. Ne acı, değil mi? Farklı düşünenleri ve düş bahçesine sahip olanları yakıyorlar. Yüreklerimiz dağlanıyor. Sonra nefes almak için düşüncelerime çekiliyorum; orayı da ele geçirmek istiyorlar. Başaramayınca daha çok hırslanıyorlar. Peki, ne var bu düş bahçesinde? Gerçeklerin ve gerçekleşmemiş olayların güçlü yankısı… Beklentisiz, kendine ait bir ruhun ebedi bahçesi… Düş bahçesi olanlar, siz her şeysiniz. Ölüm bile size dönüp bakarken imrendi. Ölüm meleği dedi ki: “Bu nasıl bir insan? Kapısına geldiğimde beni düşüncesine aldı ve beni tanıdı.” Kanatlarımın altında yaşayan bu insan bana bir bardak temiz hava uzattı: “Bu bardağın içinde ebed...

ETLİ YEMEK ve YARIM KALAN HİKÂYE

Kendine başkalarının soruları üzerinden sorular soruyordun; cevapların izini sürüyordun. Öyle ki bilgi sahibisin ama sorduğun soruların, senin edinmiş olduğun bilgilerle pratikte güncellenmesi gerekiyordu.  Bunun farkına varınca, seninle ileyletişime geçen kişilerin niyetlerini anlamaya koyulacaktın. Böylece kendine bir benlik edinmeyi arzuluyordun. Sonra Dionysos gibi, elindeki bilgi feneriyle dünyanın her yerinde adam aramaya çıktın. İnsanlar iyiliğe doymuyor, doymuyorlardı. Sevgi yaratmaya gelince, bu iyiliğin salt hali olmalı diye düşündün. İyilik yapılınca acıların dönmeyeceğini, derin yaraların kapanamayacağını çok geç olmadan öğrendin, Albatros. Karanlık her yerdeydi; peki ya aydınlık? İnsanlık hiçbir zaman salt iyiliğin peşinde olmadı. Yani bir yaralının yarısını sararken o yarayı yüreğinde sonuna kadar taşımadı. O yarayı sardı ve bu iyilik o insanın neyine yetmezdi, değil mi? Bir gün bir insan iyi olmaya karar verir. Bundan böyle hep iyi olmak nasıl bir şey diye düşün...

GÖZ KIRPAN YILDIZLAR, YARASI KANAYAN DÜNYA

Bu bir yolculuk. Ne zamana ait ne de mekâna... Çünkü bu varlık anlayışı, zaman ve mekânın ötesine uzanan bir evrenselliğe dayanıyor. Ontolojik bir yürüyüş bu; yalnızca görünen nesnel dünyayı değil, etkileşimden doğan anlayışları kavrama çabasıyla da örtüşüyor. Adı konmamış bir çağdan, henüz söylenmemiş bir dile doğru… Düşünen, gören ve görülenin ardındaki sezgiyi duyan bir bilincin iç sesinden doğuyor bu anlatı. Bir insan var. Adını bilmiyoruz belki, ama bir ışığın içinde duruyor. Ona bakanlar, ateşe yönelen ateşböcekleri gibi sessizce yaklaşıyor. Zaman, onun bakışıyla donuyor. Kimse konuşmuyor; çünkü o an yalnızca bir hissin içindeyiz: “İşte bu.” O kişinin bilinci, kristal bir prizma gibi. Gülüşü, zamansız varoluşun izdüşümü. İçindeki ışık dışarılara taşmış, ama bu bir gösteri değil; o ışık kendiliğinden var ve evrenin merkezine doğru bir çekim yaratıyor. Belki bir arif, belki bir derviş, belki kutsanmış bir kul... Ne olduğu önemli değil. Çünkü asıl mesele, neyin dönüşüme uğradığı. Ö...

GÜNDÜZ ve GECE BOZKURT ALEVİNDE

Bozkurt uçsuz bucaksız bir düzlükte ilerliyordu. Bastığı taşların ardında hiçbir iz kalmıyor, ne arkasından gelen bir ayak sesi duyuluyor ne de ufukta ona eşlik edecek bir gölge görünüyordu. Göğün rengi kararsızdı; ne geceye tamamen teslim olmuştu ne de gündüzün netliğine kavuşmuştu. Bu geçiş hâli, Bozkurt’un içindeki sessiz yürüyüşüyle uyum içindeydi. Yalnızlık artık bir eksiklik değil, içsel şekilde gelen derinlikti. Ve bu derinlikten, duyulmamış bir ses yukarıya doğru çıkıyordu. Bir an durdu. Sanki kendini değil, içinden doğan bir uğultu dinliyordu. İşte o anda, görünmeyen bir yerden, yumuşak ama derin bir ses geldi. Bu ses ona ait değildi; uzaklardan, bilinçle aydınlanmış bir ışıktan süzülüyordu. Soruyordu: “İnsanlar neden birbirlerinin çizgilerine müdahale ederler?” Bozkurt başını kaldırdı. Ufukta beliren bir varlık gördü. Bu, Gündüz’dü. Işıkla doluydu ama içi huzursuzdu. Gözleri parlıyordu, fakat anlamı taşıyamıyordu. Yüzeydeydi; her şeyi görüyordu ama hiçbir şeyin özüne inemiyor...