Bu bir yolculuk. Ne zamana ait ne de mekâna... Çünkü bu varlık anlayışı, zaman ve mekânın ötesine uzanan bir evrenselliğe dayanıyor. Ontolojik bir yürüyüş bu; yalnızca görünen nesnel dünyayı değil, etkileşimden doğan anlayışları kavrama çabasıyla da örtüşüyor. Adı konmamış bir çağdan, henüz söylenmemiş bir dile doğru… Düşünen, gören ve görülenin ardındaki sezgiyi duyan bir bilincin iç sesinden doğuyor bu anlatı.
Bir insan var. Adını bilmiyoruz belki, ama bir ışığın içinde duruyor. Ona bakanlar, ateşe yönelen ateşböcekleri gibi sessizce yaklaşıyor. Zaman, onun bakışıyla donuyor. Kimse konuşmuyor; çünkü o an yalnızca bir hissin içindeyiz: “İşte bu.” O kişinin bilinci, kristal bir prizma gibi. Gülüşü, zamansız varoluşun izdüşümü. İçindeki ışık dışarılara taşmış, ama bu bir gösteri değil; o ışık kendiliğinden var ve evrenin merkezine doğru bir çekim yaratıyor. Belki bir arif, belki bir derviş, belki kutsanmış bir kul... Ne olduğu önemli değil. Çünkü asıl mesele, neyin dönüşüme uğradığı.
Özümüz, hayal kuran bir çiçek gibi. Ve çiçekler vericidir. Cennetin kapısında açar, beklerler; tıpkı onlar gibi. Bir gün, o cenneti görmek isteyenler gelecek. Buyursunlar… Çiçek kaderini bilir: ya koparılır ya da üzerine basılır. Ama ne olursa olsun, varoluşun o kadim damarlarından bir damla gözyaşı akmaz. Çünkü çiçekler bilir: Cennet hep oradadır. Olanlar sadece bahanedir.
Artık yeni cennetlere, yeni dünyalara, yeni uygarlıklara ihtiyacımız var. Biz, insanlık ailesi olarak, yeni bir çağın kapısından içeri girdiğimizi biliyoruz. Az sayıda kişinin sezdiği bir oluş aşamasındayız: Yeni bir uygarlık doğacak. Bugünün düşünceleri, yarının ışığında silikleşen izlere dönüşecek. Arif, veli, tanrı… İnsanın her zaman en yakın olduğu oluş alanı aslında doğadır. Kendi tanrılarını yaratmayı sürdüren insanlık, bu kez yeni uygarlığını bu temeller üzerine kurmayacak. Çünkü doğa, “Ben de buradayım,” demek için doğruluyor — hem de kükreyerek.
Yeni uygarlığın mitosu, bir ikilikten doğar: Göz kırpan yıldızlar kadar uzak, kanayan yeryüzü kadar yakın. Burası, sorumlu olmamız gereken yeni uygarlığın temellerinin atılacağı zemindir. Galaksilerin nabız gibi atan ışıkları arasında, evrenin dehlizlerine uzanma arzumuzun yaratıcı gücü, bu yapısal alana işaret ediyor.
Toprağın yüzü yaralı. Yok olma tehdidiyle karşı karşıya gelen canlılar… Ekosistemin alarm veriyor oluşu, nesli tükenen türlerin sessiz çığlığına karışıyor. Yükselecek olan bu yeni uygarlık, olmakla olmamak arasında duran ikiliğin ortasında canlanacak: Yıldızların o cezbedici ışığında yeryüzünü unutmayan, teknolojik atılımları etik sorumlulukla dengeleyebilen ilerleyişimiz sayesinde; tüm canlılar için yaşam alanına dönüşümü başlatan muktedir bir bilinçle…
Hayali bir kurtuluşun rüyası değil; aksine, gerçeğin ayak sesidir. İçimizde kopmuş bağları onaran bir dönüşüm başlangıcıdır. Tanrı’yı artık göklerde değil, oluşun bağıntılarında, toprağın diriliğinde, arının kanadında, suyun hayata olan yansısında bulacağız. Doğada, el birliğiyle yükselen birliğin şarkısını duyacağız.
Yeni çağın kazanımları; bilgiyle sezgiyi, güçle anlayışı, ilerlemeyle kozmik sorumluluğu birlikte işleyecek. Göz kırpan yıldızlar bize yönümüzü gösterecek. Yarası kanayan dünya ise, hangi yoldan gitmemiz gerektiğini fısıldayacak. Ve biz, ışıkla kanayan yaraların arasında yürüyenler, yeni uygarlığın doğum sancılarını duyacağız.
Sanatçı, kendini bir çiçekle anlatır. Kökleri zamansız aralığın bekleyişinde, yaprakları sözde, renkleri sevgidedir. Sanatçının ruhu sevgiyi anlatmaz; seyreder. Çünkü sevgi, anlatıldığında eksilir; yaşandığında çiçek açar. Bu sanatçının çizgileri, Van Gogh’un titreyen fırçasını andırır. Ancak burada sarı buğdaylar değil; insan ruhu, sanatçının özgün bakışıyla stilize edilir.
Kuzgun, kâinatın derinliğini çizer: karanlığı ışıkla, özlemi sessizlikle, bilmezliği ise sezgisiyle; ince detaylarda buluşturur.
Can Ezgin
Telif Hakkı Saklıdır
Yorumlar
Yorum Gönder