Kendine başkalarının soruları üzerinden sorular soruyordun; cevapların izini sürüyordun. Öyle ki bilgi sahibisin ama sorduğun soruların, senin edinmiş olduğun bilgilerle pratikte güncellenmesi gerekiyordu. Bunun farkına varınca, seninle ileyletişime geçen kişilerin niyetlerini anlamaya koyulacaktın. Böylece kendine bir benlik edinmeyi arzuluyordun. Sonra Dionysos gibi, elindeki bilgi feneriyle dünyanın her yerinde adam aramaya çıktın. İnsanlar iyiliğe doymuyor, doymuyorlardı. Sevgi yaratmaya gelince, bu iyiliğin salt hali olmalı diye düşündün. İyilik yapılınca acıların dönmeyeceğini, derin yaraların kapanamayacağını çok geç olmadan öğrendin, Albatros. Karanlık her yerdeydi; peki ya aydınlık? İnsanlık hiçbir zaman salt iyiliğin peşinde olmadı. Yani bir yaralının yarısını sararken o yarayı yüreğinde sonuna kadar taşımadı. O yarayı sardı ve bu iyilik o insanın neyine yetmezdi, değil mi? Bir gün bir insan iyi olmaya karar verir. Bundan böyle hep iyi olmak nasıl bir şey diye düşünmeye başlar. Düşünmek, eyleme dönüşmesini sürdürür; iyilik hep gösteriş için yapılmıştır. Önce hayat, sonra insan. Önce iyi dünya, sonra iyi insan.
Bütün gün güneşin alnında bağlı kalan bir atın o sabrına karşı duyduğum hassasiyetle, gün boyu sahibinin gelmesini bekledim. Sonra dayanamadım; gece kalkıp gidip baktım. Hâlâ orada bağlı duruyordu. Eve gittim, bir kova su getirdim. Kana kana suyu içince bir kova su daha getirdim. Ben aslında ata saygı duydum. Ve insanın ne olabileceğini, ne olduğunu gördüm.
Bir gün bir tanıdığımla yemek yemekteyiz. Ara sıra birlikte olmaya özen gösteriyoruz. Derin düşünceye olan ilgisiyle isabetli kitaplar okuyor, ben de öğrendiklerimi onunla paylaşıyorum. Sırasıyla o kitapları yorumlarken can kulağıyla dinlerdi. Lokantada oturuyoruz ve bana bir gözleminden söz etmek istedi. "Seninle dikkat ettim, sulu etli bir yemek yesek tabağına gelen et taneleri her zaman fazla oluyordu." Ben de "Bunun bir sebebi var mı?" diye sordum. "Hayatında hiç ciddi olmadığın kadar ciddileştin," dedim. "Benden daha fazla Tanrı'ya yakınsın, dostum," dedi. Kendini öyle iyi hissetti. Anlık bir gözlem. Et tanelerini saymamıştık. Et bir fazla olmuş, bir eksik hiç fark etmez. Önemli olan hâlâ dünyada açlıktan ve sefaletten ölen insanların varlığıydı.
İyilikler unutuluyor. Yani saygınlık dahi ifade etmiyor artık. Herkes bir birinin etini sakız gibi çiğniyor.
İnsan kendine saygı duymalı. Kimlikten azade. Bilgi yoksulu, sevgiyi anlamayanlara mesafeli, iki yüzlü olanlara karşı dürüst ve net. Kendine karşı açık olmalı.
Enerjimi minimum düzeyde sarf ederken, kimseden psikolojik enerji çalmadan hayatımı sürdürmeye özen gösteriyorum. Enerjimi sinsice ve dolaylı, bazen de alenen çalmak isteyenlere gerçek yüzlerini ifşa ediyorum. Ya da onların bencil taleplerini geri çeviriyorum. Aslında ben enerjimi, niteliksel çatı kavramlar aracılığıyla doğayla paylaşmam gerektiğini biliyorum. Doğayı gözeterek hareket etmek isteyen insanlarla sanat koluyla düşünce ve duygularımı paylaşıyorum.
Yaşanmış olan bu felsefi hikâyede, fazladan etin tabağıma gelmiş olması önemli değildi. Önemli olan, kafası her bakımdan donanımlı ama ruhu girift, yani iç çatışmaları ve kuruntuları olan modern insanın bunu söyleyiş şekli ve duruşundaki ciddiyet, hikâyenin en önemli kısmıdır. Çünkü arkadaşım esprili ve şakacı bir mizaca sahipken, bu sözü şu şekilde kullanmış olması aklımdan çıkmadı: "Sen benden Tanrı'ya daha yakınsın," deyişi, hâlâ gizemini koruyan bir vurguydu. Ve bunu söylerken hayatında hiç olamadığı kadar ciddiydi. Ama neden sevdiğini sorduğumda, etlerin neden benim tabağıma fazladan geldiği hakkında bir şey söylemedi. Ciddi duruşundan taviz vermedi.
Ve işte tam o anda, aklıma geldi Cervantes’in sözleri:
“Üç devle savaşıyoruz sevgili Sancho!
Adaletsizlik, korku ve cehalet…”
Bir eklentiyle şunları söyledim:
“Bu devlerle savaşmak nedir bilir misin, Sancho?
Gösteri dünyasını sahneden çıkarmaktır.
Bu sahne, düşüncelerimize dikilmiş devlerdir.”
Can Ezgin
Telif Hakkı Saklıdır
Yorumlar
Yorum Gönder