Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Nisan, 2025 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

SANATIN IŞIĞINDA: YIKIMDAN DOĞUMA

İlkel içgüdüler, bastırılmak için değil, yaratıcı yapılarla doğru şekilde bütünleşmek için vardır. Sanat, bu öz duygulara ışık tutarak, onları yıkıcılıktan çıkarır ve doğurgan bir güce dönüştürür. Dünya artık kabuk değiştirmek zorunda. Bu değişim, yüzeydeki sıradan bir dönüşümden çok daha fazlasını gerektiriyor. Bütün bir insanlık, bakışını nereye çevireceğini ve kulağını neye vereceğini öğrenmeli; çünkü gerçek, çoğu zaman yüzeysel ve yalın olanın hemen yanı başında sessizce bekler. Eskiden tutunulan kısıtlayıcı algılar ve bağımlı ilişkiler bir kenara bırakılmalıdır. Karşılıklı anlayış, yozlaşmış ilişkilerin ve tek taraflı ilkelliklerin önüne geçebilir. Gerçek değişim, yalnızca insanların yüzeysel düşüncelerine değil, kalpten gelen merhametle yoğrulan iç dünyalarına da seslenir. Anlayışa dayanmayan merhamet, yüzsüzce sırtını güce yaslar; ve bu güç, doğası gereği seçim ve karar anlarında kendini gösterir. Bu yüzden, merhameti doğuracak seçimlerden ve kararlardan kaçınmamalıyız. Aksi ha...

KASABANIN KÖŞESİNDE

Kasabanın bir köşesinde, estetik kaygıları bir türlü bir kenara bırakamamış bir sanatçı yaşardı. Bu sanatçı, geceleri rüyalarında ateşi; sabahlarıysa gökyüzünde uçan kuşların gagalarında ona çiçekler getirmesini izlerdi. Bir gün, bu yoğun duygular arasında, içinde estetik kaygıların kıpırdadığını fark etti. Bu kaygılar, ona doğada bulunmayan ve ne rüyalarına ne de hayal gücüne ulaşamayan yeni bir form yaratması gerektiği fikrini fısıldıyordu. Ancak sanatçı, zamanla gördü ki, bu estetik kaygılar hayal ile gerçeğin arasına sıkışıp kalan, ara form gibi bir varlığın ışığını gölgeliyordu. Bu varlık, devinim içinde, tekrarlara yakın hareketler sergiliyordu. Düzlemler, bir döngü sarmalı içinde içeriden dışarıya doğru yıkıma geçiyor, her yıkımın ardından adı henüz konmamış bir varlık doğuyordu. Bu sancılı doğum sürecine tanıklık eden sanatçı, bazı şeylerin gereğinden fazla zorlanmaması gerektiğini kavradı. Anladı ki, varlık ancak yeni formlar sayesinde görünür olabilecekti. Sanatçı, artık e...

BÖLÜNMÜŞLÜK SEREMONİSİ

Bazen, bu kafesin içinde yaşadığımızı unuturuz. Derin bir nefes alınca her şey bir araya gelir. Bizi geriye iter. Duvardan sızan bir ışık yoktur; o zifiri karanlık her köşeyi sarar. Varlığımız, sabit sınırlar içinde bir çırpınış gibidir. Zihnimizin köşelerine yerleşen düşünceler, bir parmak izi gibi o kafeste kalır. Ne zaman farklı bir yöne dönmeye çalışsak, her şey yörüngeden çıkar. Bizi yine aynı noktaya bırakır. İlk bakışta aynı olan olayların içeriği benzer olsa da temaların imgesel görünümü farklıdır. Bu kafeste her şey yerli yerinde durur, çünkü insan bir anın içine sıkıştığını kavramıştır. An dediğimiz, zamanın ağır çekimde kendini açmasıdır. Biz içeride bir yelken gibi savrulurken, dışarıda dünyanın sessizliği büyür. Kafesin duvarları incecik, neredeyse yok gibi görünür. Sabit fikirler, toplumsal beklentiler, görünmeyen zincirler, kıpırtı ve hareketimizle bizi yeniden içerideki o dar alanın incecik zar gibi duvarlarına yaslar. Biz ellerimizi ve gözlerimizi kaybederken, neyi a...

İNSANCIL ÇOCUKLUK II

Ayrıldığınızda yollarınız farklı yönlere doğru akıyor, hepsi bu. Bazen hayatın, bizi birbirinden ayıran yolları özenle değil, rastgele çizdiğini düşünürüz. Oysa ayrılık, yönlerin farklılaşmasından ibarettir çoğu zaman; bir kırılma değil, bir dağılmadır. İnsan, duygularıyla hareket eden bir varlık olarak bu farklılaşmayı dramatize eder. İnsancıl şeyler hissetmek, aslında insan yanımızla, yani yaşamla kurduğumuz kişisel bağla ilgilidir. Çünkü insan olmak sadece biyolojik bir tanım değil; hissetmenin, yanılmanın, bağlanmanın ve çözülmenin iç içe geçtiği bir yaşam pratiğidir. Peki, neden çocukluğumuzdan kopamayız? Çünkü çocukluk, varoluşumuzun en savunmasız, en katıksız hâlidir. Henüz maskelerin, rollerin, öğrenilmiş savunmaların giyilmediği bir zamandır. İnsan en saf hâlinde oradadır; doğrudan, çıplak, kırılgan. Ve yaşam dediğimiz şey, çoğu zaman o saf yeri korumaya çalışırken yara almakla geçer. Aldandıkça, aldatıldıkça içimizdeki çocuk o eski limana dönmek ister. Orada biraz sessizliği...

GEZGİNİN YÜRÜYÜŞÜ ve RİTMİ

Gezgin, gezgin olalı neyi arıyor olabilir? Kendimizde olmayanı arıyoruz. Öyleyse niçin evimizden uzaklarda yürüyoruz? Yüreği, sevgiyi yollarda bulmaya çalışıyor, gönlü de mucizeleri aradıkça keşfe çıkıyor. Gözleri ise, dünya ile insan arasında bir denge arayışı içinde gidip geliyor. Uzlaşı yürüyüşü bizimle başlayan önemli bir parçadır. Gezginin arayışı, yalnızca dış dünyayı keşfetmekle sınırlı değildir; asıl hedefi, evrensel hareketin içinde kendini tamamlamaktır. Bu hareket, evrimsel bir bakış açısıyla, dünyadaki değişimin yaşamsal elemanını gözlemlemekten geçer. Gezgin, hem içsel hem de dışsal dünyasında değişimin izlerini sürer, fark eder. Sonrasında, gezgin durması gereken yerde durmalı, olması gereken yerde olmalıdır. Zihin ve eylem bütünlüğü içinde, evrensel ruhun ritmine karışarak yolculuğunu sürdürür. Anı yakalamak, varlıkla uyum içinde olmak gezginin nihai amacı olur. Tıpkı bir arının çiçekleri tanıyıp, nektarı toplaması gibi, gezgin deneyimlediği olgular arasındaki anı tanıma...

İZLEK İZİ

Bir gün, o yorgunluk hissi dönüştüğünde, belki Albatros gibi gökyüzünü keşfe çıkacağım. Ama bilinmesi gereken bir şey var: Ben, yeryüzünü tanımış bir Albatros’um. Göklerde süzüldüğümde, kanatlarımda yalnızca rüzgârın değil, toprağın bilgeliği de olacak. Ve sonra, denizlere ineceğim; o engin bilinmezlikte derinlere dalacağım. Bilmeden yol alan bir Albatros gibi, kendim olabilmenin özgürlüğünü yüreğimde taşıyacağım. Albatros’un çığlığında, özgürlüğün şarkısını söyleyeceğim. Şunun farkında olarak: Ben insanım. Albatros, yorgun düştüğünde bile rüzgârı okur; ufkun nerede başladığını kalbiyle hisseder. Sen de kendi yorgunluğunun izlek atlasını çiziyorsun şu anda. Ve bu atlas, seni göklere, denizlere, derinliklere ve en sonunda kendine götürüyor. Bir gün kanat çırptığında, gökyüzü seni tanıyacak. O gün çığlığın duyulduğunda, özgürlüğün yalnızca bir kavram değil; varlığının yürek atışı olduğunu herkes anlayacak. Zamanı geldiğinde, kendine ve başkalarına "Ben insanım." demenin ne an...

PORTAKAL IŞIĞI 2049

Blade Runner 2049 ’un çöl sahnelerinde, özellikle de Deckard’ın yaşadığı terk edilmiş Las Vegas’ta yoğun biçimde kullanılan o kavrulmuş turuncu renk tonu… "Gerçek olanı hatırlamak mı, yoksa hissedebilmek mi?" Bu ışık yalnızca atmosfer yaratmak için değil; aynı zamanda zamanın çölleşmesi, geçmişin hayalete dönüşmesi ve belleğin bulanıklığına dair görsel bir metafor gibidir. Her şey hem tanıdık hem yabancı, hem sıcak hem tehditkâr… Deckard’ın yalnızlığı, geçmişin yankıları ve anıların rengi belki de bu portakal ışığı içindeydi. 2049 yılında, insan ile yapay olan arasındaki sınır daha da bulanıklaşmıştır. Eski model replikantlar tarihe karışırken, yeni nesil daha "itaatkâr" üretimler toplumun hizmetindedir. Bu yüzeyin altında, hafızanın kimliği nasıl şekillendirdiği, özgür iradenin ne olduğu ve insan olmanın anlamı gibi derin sorular uyuklamaktadır. Aslında sistemin bir önyargısı ile karşı karşıyayız. Oysa bende sisteme karşı bir önyargı yok. Sistem isterse, y...

VARLIĞIN SESİ ve SURETİ

Zamanın ve varlığın doğası, aslında daha derin ve bizim kavrayamayacağımız ölçekte bilinçli bir yapıya sahiptir. Bu düzeyde, sadece saatlerin ve dakikaların düzenine hapsolmadığımızı keşfetmek, bir dönüm noktasıdır. Çünkü zamanın dışında varlık, başka biçimde var olur; o, yaratıcı biçimde şekillenir. Bizim alışık olduğumuz "bir saniye" gibi zaman biriminden çok farklıdır.  Belki de zamanın ve varlığın sesi, o anın içinde duyulmakla kalmaz; suretiyle de derinlerde bir yerde şekillenir. Bilinç, olaylara tanıklık etmemize imkân tanır. Farkında olmak ya da olmamak, çoğu vakitler bu işleyişin derinliklerini kavramakta zorlanmamıza sebep olur. Zihnimiz, algı sınırlarını zorlayan bir yoğunlukla karşılaştığında, zamanın ne olduğunu sorgulamak kaçınılmaz hale gelir. Tıpkı kır çiçeklerinin açtığı bir yürüyüş yolunda olduğu gibi, bir adım geri dönmek ve her anı yeniden gözlemlemek, insanın bilinçli varlığının bir tür derinleşmesidir. Varlığın zamanla kesiştiği olaylar içinde bilinçli ...

DİSTOPYA MI? ÜTOPYA MI?

Dünya, hiç olmadığı kadar hızlı bir dönüşüm geçiriyor ve bizler, bu değişen dünyaya ayak uydurmak zorunda kalıyoruz. Özellikle Çin ile ABD arasındaki ticaret savaşlarının etkisi, sadece bu iki devin ekonomilerini değil, tüm gezegeni sarıyor. Gümrük vergilerinin arttığı, sınırların giderek daha da katılaştığı bu ortamda küresel tedarik zincirleri bozuluyor. Büyük şirketler, kazançlarını koruyabilmek adına işçi çıkarmaya ve üretimi kısıtlamaya başlıyor. İnsanlar, alım güçlerinin azaldığını, geçimlerini sağlamak için daha çok çalışmaları gerektiğini görüyorlar. Bu süreç, bu yönde devam ediyor. İş gücü olmasına rağmen iş olanağı kalmadığı için yoksulluk ve kıtlık, her geçen gün daha yıkıcı bir sorun haline geliyor. Tarihte yaşanmış bir çöküşün ayak seslerine benzeyen bu ekonomik krizi andıran gelişmeleri, 1929’daki Büyük Buhran’da da görmüştük. O dönemde, dünyanın en büyük ekonomisi olan Amerika, hiç beklenmedik bir şekilde büyük bir krizle karşılaştı. Çalışan sınıfının alım gücü sıfırlan...

EŞİK YAZILARI: YAMALARLA YAŞAMAK - UNUTULMUŞ VARLIK, KAÇIRILMIŞ GELECEK II

Varoluşun Unutuluşu ve İnsanlık Dramı Heidegger’in “insan kendi varlığını unutarak var olur” sözü, yalnızca bireysel bir sorgulama değil, çağlara yayılan bir unutmanın yankısıdır. İnsan, doğayı, geçmişini, kendi özünü; kısacası nereden gelip nereye gittiğini unutarak ilerlemeye çalışır. Ancak bu ilerleyiş, aslında bir tür döngüsel gerilemedir. Çünkü gerçek değişim, yüzleşmeyi; yüzleşme ise unutulmuşla barışmayı gerektirir. Bugünün toplumları, tarihsel olarak birçok eşiğe gelmiş; ancak bu eşiklerde kalıcı bir sıçrama yerine, geçici çözümlerle yüzleşmeden kaçmayı tercih etmiştir. Bu kaçışın adı “yama kültürü”dür. Sorunlar derinleştikçe, sistemin üzerindeki yırtıklar sadece görünmez kılınmaya çalışılır. Oysa yamanın altındaki çürüme sürmektedir. Korkunun Kültürel Kodları Toplumlar, değişim fikrine çoğu zaman direnir. Çünkü bilinmeyen, belirsizlikle birlikte gelir. Mevcut düzenin adaletsiz de olsa tanıdık sınırları, kaosun belirsizliğine tercih edilir. Bu bir nevi “güvenli çöküş” arzu...

EŞİK YAZILARI: DOĞAYI TÜKETEN ZİHİN - EKONOMİK SİSTEM ve EKOLOJİK YIKIM II

Doğayla Aramızdaki Kırık Aynalar İnsan, doğayla olan kadim bağını ne zaman kaybetti? Belki ormanda yitirdiği ilk patikada, belki de gökyüzünü ilk kez bir reklam panosunun arkasında gördüğünde. Artık doğa, yalnızca bir “fon” gibi duruyor arkamızda; özçekim (selfie)  çekerken, projeler planlarken, inşa ederken, yıkarken… Ne kadar sessizse, o kadar kolay unutuluyor. Ama doğa susmuyor artık. Yangınlar, kuraklık, seller ve ölen canlılar: bunlar yeryüzünün çığlıkları. Bu çığlıklar karşısında ise sistemin tepkisi belli: Sadece kulaklarını tıkamak değil, aynı zamanda bu sesleri pazarlamaya çalışmak. Çünkü içinde yaşadığımız ekonomik düzen, doğayı bir varlık değil, bir değer biçilen nesne olarak görüyor. Okyanuslara, dağlara, göç eden kuşlara dahi bir fiyat biçilmeye çalışılıyor. Hangi karbon vergi tablosunda bir ağacın gölgesi var? Hangi borsa endeksinde bir kuşun ötüşü kayda değer? Ekonominin Sayılarla Ölçtüğü Bir Dünya Ekonomik zihin, doğayı sayılarla kuşatır. Her şey “verimlilik” a...

KAYNAĞIN İZİ

Hareket ve döngü üzerinden bakıldığında, ne ilk geleni belirleyebiliriz ne de sonuncuyu. Yaşam dediğimiz şey, başı ve sonu olan bir çizgi değil; uçları görünmeyen bir akıştır. Başlangıç ve son gibi kavramlar, insan zihninin zamanı anlamlandırmak için kurduğu sınırlarla ilgilidir. Oysa evrensel gerçeklik, bu sınırların çok ötesinde devinir. Hayatı gerçekten hissetmek istiyorsak, dışsal devinim ile içsel varlık hâli arasında kurduğumuz farkları yeniden düşünmeliyiz. Yatağında uzanan biri ile dışarıda yürüyen bir insan arasında, evrensel ölçekte neredeyse hiçbir fark yoktur. Çünkü evrensel hareket, sadece koşanları değil, düşünenleri; sadece dışa dönük olanları değil, içine dönenleri de kapsar. Her unsur, bu büyük döngünün içinde kendi yerini alır. Hareket, sadece adımlarda değil, fark edişte, duruşta, sezgide de vardır. Belki de bu yüzden, yaşamın içinde yalnızca izleyen değil; taşıyan, yön veren ve bazen dönüştüren varlıklar hâline geliriz. Kendimizi sınırlı bir bedenin içinde değil d...

İNSANCA DUYARLILIK II

Aklımız, tıpkı bir ışık gibi, çevremizi ve dünyayı algılayış biçimimizi aydınlatır. Bu ışık altında, çevremize ve etrafımızdaki her şeye verdiğimiz değer, her şeyin ötesindedir. Akıl ve bilinç, çevremizdeki doğaya olan yaklaşımımızı, insanlarla kurduğumuz toplumsal ve duygusal bağları derinleştirir. İnsan, düşünsel kapasitesiyle çevresini daha dikkatli ve anlamlı bir şekilde kavrar, bu yüzden akıl, hayatımızın en belirleyici etkisi haline gelir. Can Ezgin Telif  Hakkı Saklıdır    

EŞİK YAZILARI: DOĞAYI TÜKETEN ZİHİN - EKONOMİK SİSTEM ve EKOLOJİK YIKIM I

Giriş: Doğa ile Aramızdaki Kırık Aynalar Doğa artık bir “kaynak” değil, bir alarm çanı . Gezegenin sınırları zorlandı; okyanuslar plastikle doldu, ormanlar rant projelerine teslim edildi, canlı türleri sessizce yok oldu. Ancak daha çarpıcısı şu: Bütün bu yıkıma rağmen hâlâ doğayı bir “pazar nesnesi” gibi algılıyoruz. Ekonomik sistem, doğayı metalaştırarak büyümesini sürdürüyor; insan ise bu sistemin tüketici öznesi olmaya devam ediyor. Bu bölümde soruyoruz: Doğayı yok eden yalnızca tüketim mi, yoksa tüketimi kutsayan düşünce biçimi mi? 1. Doğanın Ölçülemez Değeri, Ekonominin Ölçme Takıntısı Modern ekonomi, doğayı yalnızca ölçülebilir ve pazarlanabilir birimler üzerinden değerlendirir. Ağaç, karbon emisyonunu dengeliyorsa kıymetlidir. Su, şişelenebiliyorsa değerlidir. Bir tür, turizm gelirine katkı sağlıyorsa korunur. Ancak doğanın estetik, varoluşsal, kültürel ya da ruhsal değeri bu denklemde yoktur. Ekonomik sistemin ölçme takıntısı, doğanın canlılığını soyutlayarak onu salt...

YARATICI ÇAĞ

Zaman, artık geçmişteki gibi işlemiyor ; her şey hızlıca değişiyor, ancak hızla değişen bu dünya, aynı zamanda bir duraklama anı da taşıyor.   Bir boşluk, bir sessizlik içinde, insanın kendi anlamını bulma arayışı   var. Bu çağ, sesini kaybetmiş ama yeniden duymak isteyenler için bir fırsat sunuyor.  Yaratıcı Çağ, sadece dışsal bir devrim değil, içsel bir evrim gerektiriyor.   Bugün,  bilgi ve teknoloji  dünyasında debeleniyoruz, çoğu zamansa bunun içinde kayboluyoruz.  Bilgiler, sadece bilgi olarak kalıyor; bilinçli bir farkındalık, derin bir anlayış olmadan varlık buluyor.  Teknoloji, her şeyi hızlandırırken, içsel bir duraksama yaratıyor.  İnsanların birbirlerine olan bağları gevşiyor, toplumsal anlamın yitimi, insanı bir yalnızlık sarmalına itiyor.  Zihinsel boşlukların yerini sadece veriler alıyor. Ve işte bu noktada, yaratıcı bireylerin varoluşu, bir dönüm noktası haline geliyor. Bu çağ, yalnızca yeni nesneler üretmekle değil, varo...

EŞİK YAZILARI: YAMALARLA YAŞAMAK – ÇÖKÜŞÜ GECİKTİREN SİSTEM III

Giriş: Sistemlerin Kırılganlığı ve Günü Kurtarma Politikaları İnsanlık tarihi boyunca karşılaştığımız büyük krizler, çoğu zaman radikal dönüşümlerin değil, geçici çözümlerin habercisi oldu. Değişim talepleri, statükonun çeperinde dolaştı; köklü müdahaleler yerine sistemin kendi çöküşünü geciktiren tedbirler devreye sokuldu. Bugün geldiğimiz noktada, bu kısır döngü daha da belirgin: Kapitalist sistemin neden olduğu sosyal eşitsizlikler, çevresel felaketler ve ekonomik krizler, kalıcı ve bütünsel çözümleri zorunlu kılıyor. Devletler ve şirketler, sistemin dokunulmazlığına sadık kalarak yalnızca "yama" üretmeye devam ediyor. 1. Karbon Ticaretinden Arınmaya Uzak Bir Dünya Küresel ısınma çağımızın en acil sorunu. Ancak çözümler, hâlâ piyasa mantığının dışına çıkabilmiş değil. Karbon vergileri ve karbon ticareti gibi uygulamalar, doğaya verilen zararı durdurmaktan ziyade, onu mali bir terime dönüştürüyor. Kirletenin, kirletmeye devam edebilmek için ödeme yapması, ekolojik suç...

SON DÖNGÜ TEK KELİME

İşte en son döngüde zaman kavramındayım. Sözcükler, zaman kavramıyla bir oluyor. Son döngüdeyim; 'zaman', bütün kelimelerin tek bir anlamda toplanarak bir araya geldiği yer. Can Ezgin Telif  Hakkı Saklıdır  

ZAMANIN AKIŞI ve GÖRELLİKTEN İÇSEL DENEYİME

Zaman, insanlığın en eski ve en derin kavramlarından biri. Ama zaman sadece bir kavram mı? Yoksa bir varoluş biçimi, bir akış mı? Bu soruyu sürekli sorguluyorum. Zaman, bizim zihinsel deneyimlerimizle şekillenen bir şey, ama aynı zamanda dışımızda da bir hareket var. Dışarıda olanla içimizde yaşanan arasında ince bir bağ var; zaman, bu bağın kendisi gibi. İçimden akıp giden bir nehir gibi varlığımı sarıyor, her an beni kuşatıyor. Ama yine de zamanın ne olduğunu, onu nasıl algıladığımızı anlamaya çalışıyorum.   İnsanlar geçmiş ve şimdi arasında gidip geliyor. Hep geçmişin izleriyle ilerliyoruz, geçmişin ruhları peşimizden geliyor. Gelecek ise çoğu zaman belirsizlik ve korku kaynağı. Ama ben, geçmişin ve şimdinin ötesine geçmeyi deniyorum. Geleceği, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde anlamaya çalışıyorum. Acaba evrenin daha geniş ölçeğinde zaman nasıl bir biçim alıyor? Zamanın evrensel doğası, biz farkında olmasak da şimdilik bir gizem olarak kalıyor. Zamanla olan ilişkimiz sa...

EŞİK YAZILARI: YAMALAR ve EŞİKLER – İNSANLIĞIN VAROLUŞ KRİZİ I

  Yamaların Çürüyen Kumaşı: İnsanlık Tarihinde Kriz ve Çözüm  1. Giriş Yazısı: "Rota Var..." İnsanlık tarihi, krizlerle dolu bir zaman çizgisi gibi okunabilir. Her büyük kriz—ister savaş, ister ekonomik çöküş ya da çevresel felaket olsun—beraberinde bir değişim talebi getirir. Ancak bu taleplerin çoğu zaman radikal dönüşümlerle değil, mevcut düzeni ayakta tutacak  "pragmatik geçici çözümler"  ile karşılandığını görürüz. Yamaların Doğası: Yamalar, sistemi bir süre daha işler kılmak için yapılır. Fakat temel sorunu çözmez; yalnızca görünür hale gelmesini geciktirir. Tıpkı bir binanın çatlayan kolonuna sıva çekmek gibi. O kolon, bir gün tüm yapının çökmesine neden olabilir. Geçmişte Ne Oldu? Roma’nın Çöküşü:  Roma İmparatorluğu’nun son dönemlerinde ekonomik krizler, yozlaşma ve dış tehditler artarken reformlar hep yüzeyde kaldı. Esas sorunlar ertelendi; çöküş ise kaçınılmaz hale geldi. Sanayi Devrimi Sonrası:  Kapitalizmin erken ...