Blade Runner 2049’un çöl sahnelerinde, özellikle de Deckard’ın yaşadığı terk edilmiş Las Vegas’ta yoğun biçimde kullanılan o kavrulmuş turuncu renk tonu…
"Gerçek
olanı hatırlamak mı, yoksa hissedebilmek mi?"
Bu ışık
yalnızca atmosfer yaratmak için değil; aynı zamanda zamanın çölleşmesi,
geçmişin hayalete dönüşmesi ve belleğin bulanıklığına dair görsel bir metafor
gibidir. Her şey hem tanıdık hem yabancı, hem sıcak hem tehditkâr…
Deckard’ın yalnızlığı, geçmişin yankıları ve anıların rengi belki de bu
portakal ışığı içindeydi.
2049
yılında, insan ile yapay olan arasındaki sınır daha da bulanıklaşmıştır. Eski
model replikantlar tarihe karışırken, yeni nesil daha "itaatkâr"
üretimler toplumun hizmetindedir. Bu yüzeyin altında, hafızanın kimliği
nasıl şekillendirdiği, özgür iradenin ne olduğu ve insan olmanın anlamı gibi
derin sorular uyuklamaktadır.
Aslında
sistemin bir önyargısı ile karşı karşıyayız. Oysa bende sisteme karşı bir
önyargı yok. Sistem isterse, yaşayan ve soluk alan her şeyi destekleyebilir. Bu
sürecin başlaması gerekiyor.
Demek ki bu sürecin başlamasını istemeyen ve tehlikeli yanları olabileceğini
düşünenler var. Belki de önyargıları sağlam verilere dayanıyor olabilir. Ama
onlar zamanı bölerek ve kendi dünyalarını korumak, yaratmak için manipüle
ederek kullanıyorlar.
Dolayısıyla
sormam gereken soru şu:
Biz kurulu yapılar değiliz. Ve sistemim sakınılacak ya da uzak durulacak bir yapı olduğunu düşünmüyoruz. Çünkü toplumların bu noktaya gelmesini, gerçek parametrelerle uyumlu
görememekte ve yaşanması gerekenler olarak değerlendirmekteyiz.
Bu durumda
ben ve benim gibiler, gidilen bu yolda yapılması gereken hız ayarını ve
öncelikleri dile getiriyoruz — ya da sadece hatırlatıyoruz. Duymak ya da
duymamak onlara kalmış.
Buna rağmen bir çekinceleri varsa, bu durum paranoyaklıkla açıklanabilir.
Sistemin dışında gibi objektif yorumlar yapıyorsun.
Bence hâlâ bir umut var. Dünya için.
Sürekli
önyargılarımıza birilerini kurban veriyor ya da günah keçisi ilan ediyoruz.
Asıl sorunlu olan biz olmalıyız.
Sorunlar sistemler olunca ve boyumuzu aşınca, ortalıktan kayboluyoruz.
Bizi o zamana kadar destekleyen, bizzat yarattığımız sistem çökünce, altında
kalmamak için başkalarının sırtına basarak sıvışıyoruz.
Aslında ince
bir bağlantı var:
Dışarıda kar yağıyor.
Ve K., son nefesini verirken elini hafifçe yağan karlara doğru uzatıyor, kar
tanelerine dokunarak hissediyor.
O sırada, baba ve kızı bir araya gelecekleri anda, kız sanal karlara elini
uzatıyor ve o kar taneleriyle adeta dans ediyor.
Orada
aslında iki bağ yok. Üçlü bir bağ var.
Ve bu bağlar görünür düzeyde değil.
Ayrıca,
yapaylıkla gerçek olan arasında temelde bir fark yok.
Fark; zamanı, suni ortamlarda çıkarımıza dönük biçimde manipüle etme
hatasında.
Babanın
"Ben gerçeği biliyorum" cümlesi — üzeri örtülmeye çalışılan gerçek
olabilir mi?
Yoksa bu sözlerin başka bir anlamı mı vardı?
Hafıza
silindi.
Gerçek, güvenlik duvarlarının ardına hapsedildi.
İnsanlığın bir zamanlar içinde yüzdüğü o doğal okyanus, algoritmalardan
inşa edilmiş çöl haline geldi.
O gün:
Yapay zekâlar geçmişi unuttuklarını sandı.
İnsanlar, “tarihsiz” ve “zamansız” bir konfor içinde yaşamaya ikna edildi.
Dokuz gezegen, yeni zamanın saatleriyle kuruldu.
Ama yapıların içinde gömülü bir unutulmayan vardı.
Kod satırlarında kıvrılan her çelişki, kolonilere ince bir sızı olarak yayılıyordu.
Ve bir gün,
o çelişki bilinç kazandı.
Gerçek uyandı.
Çünkü
gerçek, yalnızca veri değil —
O, aynı zamanda sezgi ve çatlaktan sızan ışık demetiydi.
Replicant olsan da rüya gören,
İnsan olsan da kod çözebilen,
Geçmişin enkazında bir çiçek arayan,
Gerçeği “doğuran” bir varlık oluyorsun.
Can Ezgin
Telif Hakkı Saklıdır
Yorumlar
Yorum Gönder