Doğayla Aramızdaki Kırık Aynalar
İnsan, doğayla olan kadim bağını ne zaman kaybetti? Belki ormanda yitirdiği ilk patikada, belki de gökyüzünü ilk kez bir reklam panosunun arkasında gördüğünde. Artık doğa, yalnızca bir “fon” gibi duruyor arkamızda; özçekim (selfie) çekerken, projeler planlarken, inşa ederken, yıkarken… Ne kadar sessizse, o kadar kolay unutuluyor. Ama doğa susmuyor artık. Yangınlar, kuraklık, seller ve ölen canlılar: bunlar yeryüzünün çığlıkları. Bu çığlıklar karşısında ise sistemin tepkisi belli: Sadece kulaklarını tıkamak değil, aynı zamanda bu sesleri pazarlamaya çalışmak.
Çünkü içinde yaşadığımız ekonomik düzen, doğayı bir varlık değil, bir değer biçilen nesne olarak görüyor. Okyanuslara, dağlara, göç eden kuşlara dahi bir fiyat biçilmeye çalışılıyor. Hangi karbon vergi tablosunda bir ağacın gölgesi var? Hangi borsa endeksinde bir kuşun ötüşü kayda değer?
Ekonominin Sayılarla Ölçtüğü Bir Dünya
Ekonomik zihin, doğayı sayılarla kuşatır. Her şey “verimlilik” adı altında ölçülür, biçilir, paketlenir. Ağaç, kaç ton karbondioksit emer? Ne kadar metreküp oksijen üretir? Orman, kaç metrekare kesilip satılabilir?
Ancak doğanın kıymeti, yalnızca işlevine indirgenemez. Doğa, yalnızca yaşatan değil, yaşamın kendisidir. Onun değeri, yalnızca neye dönüştürülebileceğinde değil, kendi halinde varoluşundadır.
Modern sistemin “ölçme” tutkusu, aslında bir kontrol etme çabasıdır. Ve ne zaman ki bir şeyi kontrol etmeye çalışırız, onu anlamaktan uzaklaşırız. Doğayı ölçtükçe, onu anlayamaz hale geldik. Anlayamadığımız bir şeyi de kolayca tüketiriz.
Gezegen Çapında Bir Kriz: Ekososyal Döngü
Bugün karşı karşıya olduğumuz kriz yalnızca çevresel değil, aynı zamanda sosyoekonomiktir. Doğanın yok oluşuyla birlikte insan da derin bir yabancılaşma yaşıyor. Toprak kururken ruh da kuruyor. Sular çekildikçe, insanların içinden geçen nehirler de kuruyor.
Tarım artık tohumla değil, patentle başlıyor. Tohumdan doğan değil, laboratuvardan çıkan ürünler sofralarda. Hayvancılık, canlılara değil, üretim hatlarına bakıyor. Ormanlar yok olurken orada yaşayan halklar da sessizce kayboluyor. Kapitalist sistem, yalnızca doğayı değil, o doğada yaşayan tüm toplulukları da yok sayıyor.
Sistemin her krizi, aslında bir fırsata çevriliyor; çevre felaketleri bile yeni pazarlar yaratıyor. Bir bölge yanıyor, başka bir yerde sigorta sektörü büyüyor. Seller geliyor, inşaat şirketleri devreye giriyor. Ekolojik felaketler bile ekonomik büyüme kalemlerine dönüştürülüyor. İşte bu, insanlığın kendine karşı giriştiği en büyük ironi.
Yabancılaşma: Doğayı Değil, Kendimizi Tüketiyoruz
Şehirleşmenin ritmiyle birlikte insanın doğayla bağı da mekanikleşti. Artık çoğumuz yıldızları bile hatırlamıyoruz. Yağmurun kokusunu bilmeden büyüyen çocuklar, doğanın yalnızca ekranlardaki bir filtre olduğunu zannediyor. Doğadan kopan insan, kendinden de kopuyor. Çünkü doğaya karşı işlenen her suç, insanın kendi varlığına karşı işlenmiş bir suçtur.
Bu yabancılaşma sessizdir, derinlemesine işler. Doğayı sevmeden özgürlükten bahsetmek mümkün değildir. Çünkü doğa, insanın içinde yankı bulan bir aynadır. O aynaya bakmadan, kendimizi göremeyiz.
Yeni Bir Etik: Ekonomi Dışında Düşünmek
Çözüm ne yeni bir finansal modelde, ne de daha sofistike bir vergilendirme sisteminde yatıyor. Asıl çözüm, doğaya bakışımızı kökten değiştirmekte saklı. Doğayı bir “kaynak” olarak değil, bir “ortak yaşam alanı” olarak görmek zorundayız. Bu, yalnızca çevreci bir yaklaşım değil, etik bir dönüşümdür. Varlığa dair, yaşama dair, birlikte var olma iradesine dair bir değişimdir.
Doğa, insanın hizmetkârı değil, yaşam eşlikçisidir. İnsan, yeryüzünün sahibi değil, bir konuğudur. Ve iyi bir konuk, arkasında iz bırakmaz.
Can Ezgin
Telif Hakkı Saklıdır
Yorumlar
Yorum Gönder