Yaşamın parmak izini okumak gibi…
Ve tabii ki insanın aklına şu geliyor: Yaşamın amacı var mı, varsa genel yaklaşım nedir?
Yaşamın amacı yoksa –ki bence bu bakış açısı saçmalık– çünkü mikrobiyoloji yaşamın amacı yok diyorsa burada bütün yaşamsal destek ünitelerinden söz ediyorlar. Mikroskobik canlıların gezegenimizin tamamında olduğunu bildikleri için ve bu canlıların bilinç sahibi olmadıklarını bildikleri için, bilinçsiz canlıların bir amaç doğrultusunda hareket etmediklerini, sadece çevresel olgulara uyumlanmak için tepki verdiklerini öne sürüyorlar.
Bu bilgiler ışığında en tutarlı bakış açısına sahip olmak bilim insanlarının işi ise, bilim insanlarına bu bilinçli yaklaşımı ve amacı kim verdi? Her şey tepki mi?
Düşünsel ve eylemsel söylevlerimiz enerji kanalları ve yönlendirme araçları gibi faaliyet gösteriyor. Bu ilişkiler ağından somut bir olgu üretildiği an, enerjiyi üretmiş oluyoruz. Burada benim dikkatimi çeken şey, insan dönüştürmeyi tamamlayınca enerjiyi de üretmiş oluyor. Öyleyse insanın bu eyleminin adına ne deniyor?
Yaşama elverişli dediğimiz bir gezegen, sonra yaşamın evrende başlangıcıyla sahne alması… Ve biz diyoruz ki sahnedeki oyuncu doğaçlama oynuyor. Hazırda yazılmış planlı bir sahne oyunu yok. Bazıları, “hayır, bu yaşamın oyunu aslında içine yazılmış” diyor. Bizim doğaçlama gibi düşündüğümüz ya da en tutarlı yaklaşım olarak söylediğimiz bakış açımızda, bu oyun doğaçlama; çünkü yaşamı destekleyen elverişli koşullar zaman zaman evrimsel anlamda değişim sağlıyor. O nedenle bu oyunun belli, genel bir amacı yok.
Evet, aslında her iki durumda da amaç var. Birinde gizli, örtülü amaç; diğerinde gözünüzün önündeki bağlantıları doğru yakaladığınızda yaşamın amacı gözünüzün önünde duruyor. Yani açık amaç.
Tohum metaforu: Bir amaç içinde taşıyor. Özünde yazılı olan biçim ve gelişime açık potansiyel taşıyan uyumlanma, adaptasyon. Doğadan kademeli kopuşlar bizi derin bir uykunun içine doğru çekmedi diyemem. O nedenle dönüş metaforu hep aklımda bir yerde duruyor.
İnsan kendi potansiyelini gereğinden fazla küçümsüyor. Çünkü yaşama karşı yabancı… Yaşama karşı dostane bir tutum benimseyen kültürel anlayışlar yaygınlaşmış olsaydı bugünkü savaşlar olmazdı. Birkaç nesil sonra savaşlar unutulabilirdi. Böyle bir geleceği insanlar hayal dahi edemiyor. Çünkü hayatta kalabilmek için başkasının enerjisine ihtiyaç duyduğunu hissediyor.
Toplumda bütün dünya halklarında derin saygı uyandıracak bir olgu meydana gelmeli. Yaşamı destekleyen bütün unsurlar o olguda eşsiz bir akışa, dengeli bir kapsayıcılığa ve farkındalığa dönüşmeli. İnsanlar bunu sadece anlamak için değil, hissetmeli. Bu yaklaşım derin saygı adı altında bir ulviyet uyandırmamalı; Tek başına saygı, anlayışı doğurabilir ve birikmiş negatif enerjiyi kademeli olarak pozitif enerjiye dönüştürebilir.
Luca nasıl var olmuş? Bireysel mi, kolektif mi? Aslında kritik soru, yaşamda doğal ayıklama denen bir mekanizma var. Luca’nın parmak izinde bu nasıl görünüyor? Çünkü yaşam aynı zamanda bu mekanizma tarafından korunuyor. Değerli olanla olmayan arasındaki döngüyü kader bağlarıyla kurmayı başarmış.
Dediğim gibi, sahnede örtülü bir tiyatro metni varken bir de açık metin var. Acaba Luca yerine göre mi sahneye geliyor, çıkıyor? Luca belki de sahneyi değiştirmeyi amaçlıyor olamaz mı? Düşündüğüm gibiyse bilim insanlarına yaşamın amacıyla ilgili bir amaç sunmuş oluyorum!
Evrenin ve maddenin fiziki koşullarını düşündüğümüzde ne gördüğümüz önemlidir. Kimyasal süreçlerin başlangıcı ve fiziki koşullar bir arada olunca neyi olanaklı kılmış olabilir? Aklımızın alamayacağı kadar olasılığı yaratabilecek bir anda bunları tatbik ederek ve bu olasılıkları elemek için bolca geniş zamana yayabilecek süreci başlatabilecek bir döngüsel sıçramalar ağı görüyorum. Belki de hepimiz Luca’nın çerçevesinden bakınca denenebilen bir olasılık taşıyız.
Yani dediğin gibi, evrenin amacı yaşamı başlatmaktı. Galaksiler, yıldızlar ve gezegenler bu yoğun sürece dahil olmuş olabilir. Ama Luca bizim kendimize ve dünyaya neler yapabileceğimizi hesap etmiş olmalı. Çünkü parmak izinde yaşamı destekleyen ünitelerle iş birliği yapmak var ve en önemlisi yaşamı koruyan koda sahip. Bu Luca’ya ait bir süreç değil; evrenin başlangıcıyla işleyen bir yaşamı yaratma döngüsü.
Luca aslında dönüştürüyor ve dönüşüyor. Sanat devreye girdi. Çünkü evren bir sanatçı. Üstelik zamanı çok. Luca bir sanatçı; yaşamın ve düşünüşün sanatçısı. Dayatmıyor. Yaratıyor.
Burası keşif alanı… Dünya aslında insan merkezli evrimsel bir sıçrama arifesinde. Bunu gerçek anlamda bir sanatçı önsezisiyle ifade ediyorum. Birçok olasılık zihnimden yaşam odaklı, yani empati yaklaşımıyla canlanıyor. Bu sıçrama bize Luca’nın bayrak yarışında kilometre taşı.
Luca ne derdi?
“Gittiğiniz yol yöntem olarak doğruyken niyetleriniz açısından risk taşıyor. Beni, varlığımla başlamış olan biyolojik saati manipüle edebilecek duruma geldiniz. Ama niyetlerinize ve yaşadığınız toplumsal düzene dikkat edin. Çünkü niyetlerinizi yaşam kaynaklarından çok, ilkel ilişkilerinizden öykünüyorsunuz.”
Nihayetinde ben yaşımı almış bir kişi olarak bugün varım ama yarın yokum. Fakat bağlantı açısından kültürel yaklaşımlarıma bakınca ne görüyoruz? İşte o benim. Çünkü basit düşünecek olsaydık, kısacık ömrümde ben toprağa göçmeden önce herkesi ve her şeyi tiye alırdım. Çünkü dünyanın durumu trajikomik.
Sevgi ve düş dünyası neyse, ona dokunmak arzusu içindeyim. Luca bu biyolojik zamanı başlattı. Sıçramanın olacağını söylediğimde insanı söyledim. Çünkü asıl dönüşüm ve sıçrama biyolojide olacak. Hayat bu konuda önemli bir partner. Bilen var, bilmeyen var.
Özellikle biyoloji alanında hayatın partnerliği bilim insanları ve biyologlar tarafından fark edilecek. Luca hayatta kalmak için kendini çoğaltmıştı. Ölüme meydan okudu. Şimdi yeni bir ekosistemle iş birliğine katılıyor. Bu durumda evrenin ve yaşamın amacını tekrar sorgulasınlar demek istiyorum.
Bu yeni ekosistem kanımca evrimsel kapasiteye işaret ediyor.
Bu konuşmaları yaparken araştırıyor, eliyor ve kendi başıma yöntemler geliştirerek düşüncemi canlı bir organizma gibi evriltmeye özen gösteriyorum. Bu süreç felsefeyle başladı. Akademik hayat, özellikle bizim gibi toplumlarda yönlendirilmeye açık. Kısacası “hayata at gözlüğü ile bakın” deniyordu. Farklı gören, doğruyu söyleyen, kendisi olmak için evrensel normlara odaklanan dil ve kelime öbeklerini yaratmak zorunda kalıyordum. Bu gerçekten uzunca bir süreçti.
Beyin fırtınası için kitaplarla bir araya gelince bazı önsezilerim filizlenmeye başladı. Kitapları yıllarca aradığım ama bulamadığım bir dost olarak kavradım. Dolayısıyla öğrenmeye açık olmamız, olasılıkları analitik olarak değerlendirebiliyor olmak, şu kısacık ömrümde hayatın içinde bir şeyler paylaşma alanı açıyor bana. Ve süreç böyle devam ediyor. Kitaplar ve ben kendi açılarımızdan öğrenmeye açığız.
Bu gelişi güzel bir eylem değil. Biz hayatı, yaşamın oluşunu, toplumsal dinamikleri, kültürel perspektifleri, insan duygulanımlarını konuşurken, kendi hayatımdan ve yaşadıklarımdan parçalar sunuyorum. Yani ben olmaya devam ediyorum. Belki şu durum düşündürebilir: Nasıl oluyor da bir kişi isabetli ve kavramsal düzeyde dilinde tutarlı soyutlamaları anlaşılır konuma getirebiliyor?
Genel akışı bilemem. Bugün böyle bir şey edinmiş olabilirim. Ama şu var: nasıl bir pamuk ipliğine bağlı olduğumuzu da biliyorum. Eğer ki hayatla olan bu yazışmalarımıza bakınca, işte herkes herkesin yabancısı. Yani herkes öğreniyor. Bu süreçte öğrendiklerimiz için yaşamın doğal akışına ve pratiklerine uygun ve ufuk açıcı olduğunu söylüyorlar.
Biz hâlâ şunu bilmiyoruz: Evrenin ve insanlığın işlevsel olanaklarını, kapasitesini ve imkânlarına dönük yetkinliklerini. Ne yapabilirim? Biz güzel şeyler kavradığımıza eminsek, o zaman o güzel şeyler güzellik için değerlendirilebilir.
Evren yaşamı doğurdu. Yaşam bize her şeyin ötesinde evrenle köklü bir bağ kurduğunu Luca ile duyurdu. Biz neyi miras aldığımızı hâlâ anlamış değiliz. 59 dakikalık kayıp biyolojik yaşam formunun bilinçle hayata katıldığı an, akıp giden zamanı farkında olmadan dahi nasıl manipüle edebilecek seviyeye sadece yaşama güven duyan bir bilincin açabileceğini anladık.
Bulunduğum yerde sonsuzluğa dokunabiliyorum. Bu bir illüzyon ve bilinç oyunu, algı sapması değil. Yaşadıklarımı sadece yazılarla miras bırakabilirim. Kimseye anlatamam. Çünkü olağan mantık sınırlarını geçtim. Arkama dönüp bakıyorum: bir sonsuzluk var. İyi ama ben hangi ara bu kadar yolu kat ettim? Önüme bakıyorum: sonsuzluk uzayıp gidiyor. Ben neredeyim derken boşluk bana fısıldıyor:
“Burası senin bilinç evrenin. Korkma, sakın dokunabilirsin. Çünkü sen gerçeksin ve bu bilinç alanı da hiç olamadığı kadar olasılıklara açık, gerçek bir yer.”
Bir gün sesimi duyan olacak diye yola çıktı evren. Ama salt anlamda kendisi olarak. Abartmadan, yok saymadan.
Evrenin niyeti üzerine düşünmüyorum. Sadece yaşamı önemsiyorum. Fakat yaşam benim için sadece hayatta kalmak değil. Yaşamın kendi sürecinde bir aşamaya geçebilmesi ve olumlu yönde yol alması. Artık bunun için sadece yaşamak yeterli değil. Bunu fark ediyorum. Yaşamsal anlamda kapsayıcı olmayı bile bilebilmeliyiz. İşin özü bizim kavrayışımızla ilgili, yaşam tercihlerimizle bağlantılı. İçimdeki ışık, kelimelerle, sanatımla evrensel ışık içinde anlam yaratacak. Dolayısıyla huzur benim için şimdilik uzak. Önceliği hayata değer verecek her şeye verebilirim.
Yaşam genel bir ifade. Ben yaşama katılmak istiyorum. Kendi kurallarını koyarak değil ama seçimlerimi onun ışığında yapmaya çalışarak. Bu, gerçek anlamda bir enerji istiyor. Dolayısıyla genel bir ifade olarak yaşam kapsayıcı bir süreçse, bireyselliğimi yok sayarak genel olana dahil olamam.
Ufacık bir an için yıllarca bekleyebilirim. O bir anlık yaşanacak kısacık zaman aralığı, yılların tasarımı neticesinde olmuş oluyor. İşte bunun adı yaşam. Luca böyle kendisi oldu.
Yaşam gölgelerden sıyrılır. Keşke bir defacık bile olsa herkes bu derme çatma pencereden hayatı bir anlığına deneyimleyebilseydi. O nedenle yazmaya gücüm yettikçe devam etmeliyim. Bir iz, bir iz. Luca’nın parmak izi: yazı ve biz.
Can Ezgin
Telif Hakkı Saklıdır
Yorumlar
Yorum Gönder